24 Aralık 2021 Cuma

Emine Ocak

 “Derdê dinalige gıranê hey wax mıdê yenê topraxa hardê şayi”

(Bu dünyanın dertleri ağırdır ah / Benimle birlikte girecek kara toprak altına)

Çuxure…
Dersim jenosidi / Tertele Desim bitiminde merkeze bağlı Çuxur köyü ağaları ailecek köylerinden alınarak Mazgirt’te topluca katledildiler. Dersim 1938 ağıtları içinde yer alan “Ağlarê Çuxur” bu hadiseyi anlatmaktadır. Ağıtlar, bizim en saf hafızamızdır. Hafıza unutmamak, kaybetmemek içindir.
Kaybetmek demişken, yine Çuxur köyündeyiz. 1965 senesi. Emine ile Bava’nın Xesen adında bir oğulları oldu. Xesen, Çuxur’lu Xesen, devrimciydi daha çocukluğundan. Diyarbakır’da okudu, öğretmen oldu sonra. 12 Eylül döneminde 15 gün gözaltına alınıp işkence gördü. “Ben Hasan Ocak, her şey kimliğimde yazıyor. Susma hakkımı kullanıyorum.” dedi ve dört ay hapis cezası aldı. Her şey kimliğinde yazıyordu, doğru, Dersimliydi. Sonra serbest kaldı, yine alındı içeri, yine işkence gördü…
Kaybetmek demişken, gelelim 1995’e, İstanbul Gazi Mahallesine. Bizim Xesen, yani Hasan Ocak oradaydı. Yine gözaltına alındı, yine işkence gördü. Detaylarını yazmak istemiyorum, işkence kelimesi yeterince korkunç değil mi? Çünkü öldü Xesen. Ölüsünü kimsesizler mezarlığına attılar. Ama Xesen kimsesiz değildi ki, Çuxur köyündendi, akrabaları, arkadaşları, anası, babası, abisi, ablası vardı.
Xesen’i kaybettik dediler. İnsan evladının kemiklerini alıp köyüne götürmek istemez mi? Bunu sorguladığı için Ana Emine’yi bile hapse attılar. Sonra “Hasan Ocak ‘bulundu’.” dediler. Tanınmaz haldeydi.
Xesen’in bulunmasından sonra Cumartesi Anneleri oluştu, evladının kayıp olduğu söylenen tüm anneler, her Cumartesi Galatasaray Lisesi önünde toplandılar. Emine Ocak oradaydı. Zaman zaman hakaret yedi, zaman zaman şiddet gördü. Ama Ana Emine artık tüm mazlumların yanındaydı. Çuxur’dan bugüne.
Saygıyla,

18 Ekim 2021 Pazartesi

Eşitlik Yok, Sürekler Aynılaşıyor - Ceren Ataş


Dersim Kızılkilise’de (Nazımiye) bulunan Dewe Khures, pek çokları gibi benim için de özel bir yer. Khures Ocağı’nın bulunduğu köy burası, eski mezarların, verge Khures’lerin*, Duzgin Bava’nın ve kardeşlerinin öz mekanı. Bava Heyder’in (Haydar Kızılkan) deyimi ile “Ateşin ilk yandığı ocak burası.”** Dersim merkezli süreklerin, aşiretlerin ve hatta “Benim inancım yok; ama Xızır deyince tüylerim diken diken oluyor” diyen nice gencin ziyareti burası. Şahsen tanıdığım bir aile tarafından ocağın hizmeti yapılıyor, köylülerin arasında birlik ve dayanışma var. Her sene Ağustos’un ilk haftası burada cem erkanı yapılıyor. Pandemi sürecinden dolayı 2020 senesinde katılım sağlayamadık; ama 2021 Ağustos ayında oradaydık. Duzgin Bava’yı ziyaret ettiğimiz için oradan inip köye geldiğimizde cem erkanı henüz bitmişti. Biz muhabbet kısmına katıldık ancak. Lokmalar dağıtılıyordu. Bazı insanlar ikinci tabakları veya aslında daha da fazlasını almak için defalarca sıraya girince ocağa hizmet eden Ana “Bakın bunlar bizim boğazımızdan geçerse bize haram olsun, kendimiz için değil, köylüler daha gelip lokmalarını almadılar, lütfen ikinci tabakları almayın, lokmayı paylaşalım.” dedi. İnsanlar Ana’yı dinleyip geri çekildiler.

Her yeri bilmiyorum; ama Khures Ocağında iki Ana ve iki Dede ile tanışıyorum. Eşler. Bu Analar ile Dedeler arasında hal tavırda, görev dağılımında hiçbir fark yok. Her şeyi hepberaber yapıyorlar. Tabii buna neden değindiğimi de belirtmeliyim, şehirli Alevilerin durumu böyle değil. Bugün İstanbul başta olmak üzere şehirlerdeki Cemevlerinin yüzde kaçında Ana ile Dede eşit statüde bir istatistik çıkartmak gerekir; ama istatistik olmasa da bunun üzerine konuşabiliriz çünkü Türkiye sınırları içinde kaç tane Ana, “Alevi kurumlarında” Analık hizmeti yapabiliyor biliyoruz. 10 tane yok! Yeniden belirteyim “kurumları” kast ediyorum. Kurumlara karışmamış Aleviler için durum bundan farklı. Maalesef kurumlar erkek egemen zihniyetteler, Dedeciler, Ana’yı yok sayan tavırdalar, kadını mutfağa ve temizliğe hapsediyorlar, “annelik en kutsal görev” diyerek kadına sadece annelik üzerinden değer biçiyorlar ve bu konuların bütününe baktığımızda aslında hep karşısına “baş muhalif” olarak dikildikleri iktidardan farksızlar. Ha bir Alevi kurumu ha bir AKP şubesi, ikisi de kadın meselesinde aynı benzer yerde duruyorlar. Sadece Alevi kurumları “Bizde kadın erkek eşit” diyordur, güzel söz söylüyorlardır. Aslında farkları şurada, bugün Alevilik adı altında toplanan süreklerin hepsi, kadın erkek eşitliğini kabul eden, cinsiyetçi olmayan ve hatta aslında cinsiyet dayatması da olmayan, yaratıcıya dişil gözle bakan bir perspektifteler. Peki o zaman Alevi kurumlar neden böyle?

 2015 senesinden itibaren çeşitli Alevi kurumlarında çalışmalar yürüttüm. Buralarda yaşadığımız tartışmalar kadın hakları ve milliyetçilik ile başı çekiyordu. Bugünden baktığımda ise kurumların erkek egemen duruşunun yanında yayılmacı ve asimile edici yanını da görüyorum. Asimileden kastım da, tek tipleştirme, süreklerin özünü tanımayıp “hepiniz böyle ibadet edeceksiniz!” diyerek Tokat Alevisi ile Maraş Alevisini aynı kılığa sokmaya çalışma çabasıdır. Cemevlerine gönderilen “Cem Erkanı Kitabı”, “Cenaze Erkanı Kitabı” gibi içerikler, Alevi kültürünü içten asimile etmek değil de nedir? Asimile dendiğinde illa bir “düşman” arıyor insan bilinci; ama öyle değil. İnancı kurumsallaştırma ve binalaştırma düşüncesi ile o inancın kültürel tüm değerlerini tek renge boyuyorlar. İyi ki Tahtacılar*** almıyorlar bunları içlerine! Çünkü…

Son iki yıldır Dersim’e daha yoğun “çıkartma yapan” dedecikleri görüyoruz. Duzgin Bava’da kutsal dağı delip oraya cemevi dikilmesi yetmezmiş gibi, Ana Fatma’ya duvar örülmemiş gibi, Heniyo Pil’de Büklü Dede’de nice yerde Raa Haq inancından alakasız tarihçeler kocaman duvarlara asılmamış gibi, Munzır’un suyu şişelenip satılmamış gibi, Analar-Tanrıçalar Buyer ile Bağıre Sıpiye’nin adı Bağır Paşa/ Baba, Buyer Baba olarak birden bıyıklı adama dönmemiş gibi bir de kurumların İstanbul’daki cemlerini gelip buralarda bağlaması başladı. Dilektir murattır, yapılsın diyebilir insanlar; ama nasıl?

Tam bu noktada yazıya başladığım Dewe Khures’e (Kureş Köyü) dönmek istiyorum. Kaç kere ziyaret ettimse Ana ile Dede’nin BİR’liğini**** gördüğüm bu kutsal ziyarette geçtiğimiz hafta bir cem bağlanmış. İstanbul’dan gelen kurum Dede/ başkanları tarafından. Cem bağlamak için oturdukları yerde, onlar gelmeden önce, Ana-Dede beraber oturup bize Bava Duzgin’i, Ana Buyer’i anlatırlardı. BİR’lik bozulmuş! İki tane Dede de yetmezmiş gibi post olarak adlandırılan yere erkekler doluşmuş. Bir tane kadın yok. Bu dedelere mikrofon uzatılsa “Bizde kadın erkek eşittir” diyecekler. Asimilasyonun en büyüğü budur: İçeriden, senin dilinden, senin özünden gelerek senin toprağını beğenmez, başka su verir ona. Siz bir kurumun başkanı, dedesi, kralısınız diye, o ocağın yapısını bozmaya hakkınız var mı? İstanbul ile Dersim, Çanakkale ile Malatya, Ardahan ile Amasya Alevisinin sürekleri aynı mı?

Alevilerin ibadethane talebi ciddi bir talep ve en temel haklardan biri. Yalnız bu “ibadethane” hakkı, Alevilere ne gibi zararlar verecek bunu özellikle düşünmek lazım. Köyündeki ziyaretten tepesinde kubbe olan binalara nasıl geçilecek düşünelim. Cemevine gitmeyen milyonlarca Alevi’ye bu “gitmeyişin” nedenini de sormak lazım…

*Verge Khures: Khures’in kurtları. Khuresanlı biri öldüğü zaman onun mezarı başında ölüyü bekleyen, ona sahip çıkan kurtlara denirdi. Bu gelenek, ailenin anlatımına göre Lolan aşiretinden biri ile yapılan evlilik sonrasında ortadan kalkmış.

**Mart 2020’de yaptığımız görüşmeden

***Bir sürek

****Gülfer Akkaya Yol Kadındır adlı araştırma kitabında Aleviliğin BİR kavramı üzerinde durur ve “BİR” şeklinde yazar. 

Fotoğraf: 8 Mart 2019, Pirha

4 Eylül 2021 Cumartesi

Berivan Aral: “Sesin Güzel Diye Çağırıyorlar Ama Önce Fiziğine Bakıyorlar”

 Berivan Aral: “Sesin Güzel Diye Çağırıyorlar Ama Önce Fiziğine Bakıyorlar”


Röportaj: Ceren Ataş


Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı? 

Önce kendimi tanıtayım sonra bağlayacağım. Ben Dersimliyim, Dersim’de Pertek’te doğdum. Baba tarafım Pilvank aşiretinden, annemin tarafın da Körtan aşiretindendir. Alan aşiretidir Körtan. Annem Kırmançki konuşuyor. Duzgin Bava’ya giderken Nazımiye’deki yol ayrımında yukarı çıkıldığındaki yer Körtan oluyor. Alan aşireti, Demenan aşireti 38’de Seyit Rıza’ya en çok yardım eden aşiretler olarak biliniyor. 80 dönemlerinde biz ailecek göç ettik İskenderun Payas’a. Sonra oradan da göç edip Mersin’e geldik. Daha sonra ben yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. 


“Biz Dersimliler kimsenin lehçesi pehçesi bilmem nesi değiliz!”


Neden?

Açıklayacağım, bu nedenler tabii ki siyasidir. (gülüyor) Kimliğimizde Tunceli yazması zaten yetiyor. Bir de Aleviyiz, haksızlığa karşı gelen bir kültürdeyiz. Yurtdışına, dilini bilmediğim, kültürünü bilmediğim bir yere geldim. Sadece coğrafya dersinde görmüştüm Fransa nerede? (gülüyor) Geldik buraya, iltica yaptım. 90’ların başında buradaydım. Şimdi sorunuza gelirsem: biz çok büyük bir aileyiz. 62 tane yeğenim var. 10 kardeşiz. Bizim ailede herkes bir araya geldiğinde türkü söylemeye başlarlar. Yemek yenir, sohbet yapılır… Yengelerim, ablalarım yani kadın grubu bir tarafa, erkek grubu bir tarafa oturarak, bir kadınlar söylerdi bir erkekler söylerdi. Böyle bir ortamda büyüdüm. 


Benim babam da kemençe çalar. Kemanı, Sılo Qız gibi tutarak çalar, dizinin üstüne koyarak. Düğünlerde, bir eğlencede babam çalarmış. Ailede herkesin sesi güzel! Mikrofonu istediğine uzat! Türkülerle büyüdüm. Hani derler ya “Çocukluktan içindeydi” diye, öyleymiş. Ben iki yaşında babamı, üç yaşında annemi kaybettim, abilerim büyüttü beni. Abim diyor ki, çatal, bıçak elime ne geçiyorsa onu mikrofon yapıp sandalyenin üzerinde kendimce türkü söylüyormuşum. Elimdeki süpürgeyi saza çeviriyormuşum. 


Unutamayacağım bir şey var, sanıyorum oradan etkilendim. Bizim evde en çok Ozan Emekçi, Mehmet Çapan, Hüseyin Doğanay, Sılo Qız, Mahzuni Şerif dinlerdik. O zamanlarda Mahzuni Şerif Mersin’e konsere gelmişti. Ben abimin bacağına yapışmışım geleceğim konsere diye. 80’lerden önceydi. 9-10 yaşındayım. Benimle baş edememiş o konsere gitmişiz. O dönemlerde insanların sanatçıya verdiği değer şimdiki gibi değil. O zaman o sanatçılara ulaşmak o kadar muhteşemdi ki… Konser çok kalabalıktı. Ben nasıl olduysa abimin elinden kaçıp, milletin bacak arasından geçerek sahneye fırlamışım! (gülüyor) Sahnede Mahzuni Şerif’in boynuna sarılmışım. O da beni dizine oturtmuş, hatta fotoğrafı var. Mahzuni bana sormuş, büyüyünce ne olacaksın diye. Bakmışım sağıma soluma, alkışlar, insanlar hoşuma gitmiş. “Sanatçı olacağım senin gibi” demişim. Saz çalacak mısın demiş, çalacağım demişim, beste de yapacak mısın demiş, yapacağım demişim. Tabii bu bir etkilenmeydi. Sonra Avrupa’ya gelince bir kültür merkezinde gittim, duvardaki bağlamayı gördüm, aldım elime, bozuk düzen çalabiliyordum. “Ali Haydar Ölmez” eserini çalmaya başladım. Yandaki stüdyoda toplantı varmış, ben çalıp söylerken onlar da dinlemiş. Bitince bir alkış oldu, nereye kaçacağımı şaşırdım, utandım. Bir amca geldi “Bugün bir etkinliğimiz var, o türküyü tekrar söyle” dedi. O dönem insanlar bağlama çalmam, türkü söylemem için benimle konuştu; ama o dönem aklım başka şeylerdeydi. Çok kitap okuyordum, kendi tarihimizi öğrenmeye çalışıyordum. Kimiz, nereden gelmişiz? Bir tarafta da müzik vardı. 


“Aleviyiz, haksızlığa karşı gelen bir kültürdeyiz.”


1991 yılında ilk konsere beni yazmışlar, Frankfurt’ta, bir tane de sazcı vermişler bana. Emekçi’den, Ferhat Tunç’tan birkaç türkü yazmıştım. Benim bu söylediklerimi okuyan gençler olursa onlar bu heyecanı yaşayacaklardır. Mahzuni, var, Emekçi var, Ferhat Tunç var, Grup Kızılırmak var… Ben diyorum onların karşısında nasıl söyleyeceğim! Emekçi’nin yanına gittim, ona sarıldım. İzin istedim onun eserini okuyacağım için. Hangisini istersen oku dedi. Mahzuni de Ferhat Tunç da tamam dedi. Sahneye çıktım, bir geri geldim, sazcı sahnede duruyor. Ama 18-19 yaşındaydım, gençtim, korktum. Dizlerim titriyordu, sunucu beni itti “Çık gözlerini kapat, korkma, şarkını söyle” dedi. Gözümü kapatıp söyledim ben de. İndim geri geldim ama alkışlar durmadı “tekrar istiyoruz” diye. Çıktım aynı türküyü yeniden söyledim, türkü bilmiyorum öyle pek ezberlememişim! (gülüyor) O benim için çok özeldi. Büyük ustalarla sahne paylaşıp çok şey öğrendim. 


https://www.youtube.com/watch?v=r8TN0YHQyrQ

Oy Bavo

Dersim 1990

Söz Müzik: Berivan Aral


1992 yılında ilk albümümü yaptım. 20 yaşındaydım, 7 eser var söz-müzik bana ait. Kırmançki, Kürtçe ve Türkçe üç dilden okudum. Üç dili de biliyorum. Türkçe’de biraz zayıfım; ama kendimi ifade edebiliyorum. 1992’de albümümü yaptım, bakanlığa izin için yolladık. İki eserimden ötürü izin alamadık, “ikisini çıkarın izin verelim” dediler. O zaman 20 yaşındaydım, benimle çalışan tüm arkadaşlarım “Çıkar, bir şey olmaz, yeter ki çıksın albüm.” dediler. “Hayır, bunların hepsi beni ben  yapacak türkülerdir, asla vazgeçmiyorum” dedim. Albüm yasak yiyince halk beni tanıdı! 


Müzik yapmak iki türlüdür, biri meşhur olmak ve para kazanmak için, burjuva sanatçısı olmak, bir zirveye gelmek… İkincisi ise, sanat yapmak ve hiçbir karşılık beklemeden, kimliğini de ortaya koyarak söylediklerini bilinçli bir şekilde sunmak. Bence buna sanat denir. Neyse ilk albüm böyle çıktı, ikinciyi 2000 yıllarında çıktı. Yedi eserin söz-müzik bana aitti. Sonra üçüncü albüm yine yedi eser. Dördüncü de Kalan Müzikten çıktı. On eser vardı, bir eserin yalnızca müziği bana ait, sözleri Garip Şahin’e ait. Böylelikle değerli halkımızın gönlüne taht kurduğumu düşünüyorum.


Ben sizi bölmek istemedim; ancak anlattıklarınızdan sormak istediğim birkaç şey var. Evde kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta oturuyor demiştiniz, birincisi kadın erkek ayrı oturma düzeni mi bunu açalım isterim. Bir de hangi dillerde söylüyordunuz ailenizle?

Benim babam Pertekli, Perteklilerin çoğu Kurmanci konuşur. Annem de Körtanlı Kırmançki konuşur. İki dil de aile içinde var. Türküleri bu iki dili daha çok söylüyordu, Türkçe de söyleniyordu. Ama en çok Kırmançki’ydi. 


Diğeri ise kadın erkek ayrımı açısından değildi o oturma biçimi, ses açısındandı. Ben daha büyüdükten sonra bunu fark ettim. İnce ses, kalın ses uyumu için. Aynı odada karşılıklı söylüyorlardı. Üç adım kadınlar gelip bir şeyler söylüyor, onlar geriye gidiyor bu sefer erkekler üç adım ileri gelerek bir şeyler söylüyorlar sonra geriye geliyorlar. Bu tekrarlanıyor. Bu kültür hala var. Bunu yapanlar var. Bunu kadın erkek ayrımı açısından söylemedim. Sesle alakalı bir uyumdu. 


“Zorluklar çektim, hem kadın olarak hem de kendi dilimden söylediğimden, ismim Berivan olduğundan çok kaybettim. Çok zorluklar yaşıyorum, halen de öyle. Dünya yok olsun, bir ben kalayım, yine ben dilimden kültürümüzden asla vazgeçmem.”


“Hiçbir eserim hikayesiz değil. Acıyı nakış nakış işledim.”


Söz yazmaya nasıl başladınız?

Frankfurt’a tekrar gelelim yine. Oradaki o arzuları gördükten sonra daha yakından araştırmaya. Kim söz müzik yapıyor neye bakıyor. Ben küçükken Mahzuni’ye de söz vermiştim (gülüyor). Otururken yazdım, yazarken de kendime sakladım. Kimseye fikir sormadım, yanlış olsun, eksik olsun; ama bana ait olsun. İlk deneyim ilk albümde oldu dolayısıyla. Çok söz yazmışım, şiirler de var; ama hepsi yerine gider mi gitmez mi iyi düşünmek lazım. Ama beni ben yapan ilk albümdür. Küçücük bir kız çocuğuydum, sesim de inceydi. Sonra yaş aldıkça müziğin üzerine daha çok düşündüm. Saz kursuna gittim, gitara özendim bir ara. Oradan klarnete geçtim, hepsinden biraz biraz derken en sonunda o kursların hepsini bırakıp konservatuara girmeye karar verdim. Daha farklı müzik yapabilirim, Fransa’da yaşıyorum, onlarla da müzik yapabilirim diye düşündüm. Şimdi konserlerde bağlamacı hariç ekibim hep yabancılardan oluşuyor. 


https://www.youtube.com/watch?v=PCf6hdlDJrs


Kültür bağlamında Raa Haq’a baktığımızda, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Her şeyden önce kendi yaptığım türkülerle örnek vereyim. Kendi türkülerimde halkın acılarını, inancını, taptığı inandığı şeye seslenişini anlattım. Asırlardır zulüm görmüş, sömürülmüş, korku yaşamış, yakınlarını kaybetmiş ve sürekli dışlanan bir halkın durumunu… Ben de o halktan biriyim. Daye Gırano’yu yazarken, bunları düşünerek yazdım. Hiçbir eserim hikayesiz değil. Acıyı nakış nakış işledim, bu basit bir şey değil, ben bir sözün üstüne aylarca düşünüyorum. Sizin dinlemeniz beş dakika o türküyü; ama binlerce saat çalışıyorum üzerine. Nereye bağlıyorum, ben de o halkın içindeyim ve acıları ben de yaşadım. 


Bizim dilimiz bizim inancımız sürekli katliamlarla yok olmaya karşı direnen dil ve bir inançtır. İnsanların içindeki burukluğu nasıl kendi dilimden türkülere getirebilirim çalışıyorum. Çünkü ben inanıyorum, Hardo Dewres diyorum eserlerimde. Kerametin varlığına inanıyorum, beni koruyan, dara düştüğümde elini uzatan bir varlığa inanıyorum. İnandığım için anlatabiliyorum. Benim yorumum bu. 


“Kerametin varlığına inanıyorum, beni koruyan, dara düştüğümde elini uzatan bir varlığa inanıyorum. İnandığım için anlatabiliyorum.”


Şahsen, Berivan Aral olarak, Kırmançki’yi evinizde, sosyal çevrenizde yaşatabiliyor musunuz?

Şimdi yeni yeni eserlerde de Kırmançki dilinde yazıyorum, ona yoğunlaşıyorum; çünkü hiç olmazsa çocuklarımızın kulağı alışsın. Dilin tekrar kazanılması gerekiyor. Bakın bu dil ilk konuşulan dildir. Tarihler öncesi, ben demiyorum tarihçiler söylüyor. Fransızca’da da birçok kelime bizim Kırmançki dilimize benziyor. İtalyanca, Latince… Dillerin içerisinde birçok kelime bizim. Ama biz sürgün edildiğimiz, asimilasyona uğratıldığımız için, hep katliamlar gördüğümüz için korku içerisinde bu dilin, bu kültürün üzerinde duramamışız. Birçoğu korkmuş. Dik duranları da görüyoruz, devamını getirmek istiyoruz. 


Müziği gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Evet, bu soru çok güzel. Kaldım. İş arıyorsun, önce senin fizik yapına bakıyor. Türkü bar olabilir, konser olabilir… Sesin güzel diye çağırılıyorsun; ama önce fiziğine bakıyorlar. Bu genel erkek egemen zihniyeti dünyanın her yerinde. Eğlenceye de “Gidelim şu kadın türkü söylüyor” kafasıyla geliyor. Çocukken benim Mahzuni’yi konserde görmek için heyecanlanmam başka bir şey, şimdikilerde başka bir bakış açısı var. 


Zorluklar çektim, hem kadın olarak hem de kendi dilimden söylediğimden, ismim Berivan olduğundan çok kaybettim. Çok zorluklar yaşıyorum, halen de öyle. Dünya yok olsun, bir ben kalayım, yine ben dilimden kültürümüzden asla vazgeçmem. Son nefesime kadar böyle devam edeceğim. 


“Biz sürgün edildiğimiz, asimilasyona uğratıldığımız için, hep katliamlar gördüğümüz için korku içerisinde bu dilin, bu kültürün üzerinde duramamışız.”


Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Eğer yazarsanız hangi dilde yazarsınız?

Üretimleri konuştuk. Kırmançki yazıyorum, okuyorum, konuşuyorum. Kürtçe de öyle; ama tam Kırmançki gibi değil. Pertek, Mazgert tarafında bizim Kürtçemiz biraz daha farklıdır. Anlaşıyorum herkesle ama Kırmançki dili üzerinde daha çok yoğunlaşıyorum yazarken. 


https://www.youtube.com/watch?v=3Jw4TsaHkHw


En son Engin Eroğlu için bir şey yazdım. Ölümü beni çok etkilemişti. O annenin acısını yansıtmak istedim. Amcasına okuttuğumda, ben kendimi ağlamamak için zor tuttum dedi. Bizim dilde bunlar bir araya nasıl getirildi diye. Çok yazdım böyle ölenlerimize. Usar Usare Mı Niyo, Cemile kızımıza yazdım. Herkes bir hikayeden yola çıkar. Hayal gücümü kullanmıyorum, hayali bir şey yaratmıyorum. İstesem yaratırım; ama gerçekleri yazıyorum, anlatıyorum.


“Kadın nerede durmak isterse, orada durmalı. Kadın dil hakikatinin içindedir. Dil ve kadın bütünleşmiştir.”


Bütün kadınların ağlaması aynı mıdır? Bütün kadınlar aynıdır. Değişen dini, dili, ırkıdır. Fransız kadın şiddet gördüğünde de aynı acıyı çekiyor, başkası da aynı acıyı yaşıyor. Çok çalışmam var ama herhalde öldükten sonra kıymetli olur. 


Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Ya da Dersim’de kadınlar üzerine yazılan kılamlar hakkında neler düşünüyorsunuz? O coğrafyanın ve kültürün kodları bu kılamlarda bize neler söylüyor?

Dersim kadınları üzerine yazılanlara bakalım, Xime çok güzel bir kadınmış mesela. Yürüdüğünde ona kadın da erkek de bakarmış. Endamlıymış. Ona halk hep kılamlar yazmış. Hüseyin Doğanay’lar ona derleme yapmışlar. Zarife var sonra. Savaşan bir kadın, çok güzel, ata biniyormuş böyle endamlı. Sadece güzellik fiziki açıdan da değil bunlara yazılanlar, duruşlarına da yazılmış söylenmiş hep. Gule, Xime, Zarife, Mele olmasaydı şimdikiler nasıl kılam söyleyecekti? (gülüyor) Erkek sanatçılar için söylüyorum, onların içinde bir Mele yatıyordur, o kendi Mele’sini anlatıyordur. Sanatın bir yönü de bu. Dersim’deki kadınlar yiğitmiş, güzelmiş. Onları yazmamak mümkün değilmiş.


“Sesim beğeniliyor, sanatım beğeniliyor; ama bu dil kabul edilmiyor. ‘Bunu Türkçe söylesen olur mu? Çünkü müziğin güzel’ diyorlar. Bu ırkçılık, kaçıncı yüzyıldayız yani.”


Alevilik konusunda gelince, biz ikrar verdik mi sonuna kadar gideriz. Sevgidir ikrar. Biz dinci değiliz, çağırdığımız bir Duzgin Bava’mız var, Ana Fatma’mız var. İnançlarımız bizim için kutsaldır. Dağlarımız, suyumuz bizim için kutsaldır. İnanıyoruz. Harde Dewresu diyoruz, o keramet var. Yani demek istediğim Dersim inancı başka… Devrimcilerin bazıları diyor ki “Var mı ki siz inanıyorsunuz?”, o zaman bana söylesinler Duzgin Bava yaşamış mı yaşamamış mı? Musahipleri var, ailesi var. Munzır Bava? Ana Fatma?  Köy köy geziyormuş kadın. Var olan bir şey bu, onunla hareket ediyoruz. İneğe mi tapıyorlar, güneşe mi tapıyorlar, insanlar ne istiyorlarsa onu yaparlar; ama bize karışmasınlar. Bizimki farklı. 


Ana Fatma köy köy geziyormuş dediniz, anlatıda onun Fatma olduğu, Ali ile evlenen Fatma olduğundan bahsediliyor genelde?

Böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum. Ana Fatma kendisi bir ocak. Maraş’taki Elif Ana gibi, yaşamış bir kadın evliya. Sadece benden değil, herkese sorun. Doğum yapamayan kadın Ana Fatma’ya gider mesela. “Ma Ana Fatma, Demeniz” (Ana Fatma’mız, Demenanlı) derler hemen, aşiretini hemen söylerler. Demenanlı’dır. 


Kırmançki dilinde kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dilin aktarıcısı kadın mıdır?

Kadın topraktır, kadın her şeydir. Kadın nerede durmak isterse, orada durmalı. Kadın dil hakikatinin içindedir. Dil ve kadın bütünleşmiştir.  


Kırmançki dilinin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Eğer bu dil geriye gidiyorsa herkes kendinden yola çıksın, hepimizin eksikliğidir. Her gün iki kelime ezberlesek, bir senede muhteşem konuşuruz. Bu kadar korkunç bir şey değil. Dil bilmek insan bilmektir. Ben Suriye’ye gitsem çok rahat anlaşıyorum; çünkü Kürtçe biliyorum. Türkçe, Kürtçe, Kırmançki, Fransızca, Almanca biliyorum, bir tek İngilizceyi istemiyorum, onu da bilinçli istemiyorum nedense (gülüyor). Ama öğrenmek lazım. 


Maalesef Saxan Ağa’nın kellesini götürüp subayın önüne seren kardeşidir. Her şeyi bir tarafa koyun kültürümüzün çok güzel yanları var. Ben nerede bir Dersimli görsem tanırım. Ciğerine kadar bilirim gözlerine baktığım anda. O ne kadar dese ki “ben burada Fransız olmuşum”, hayır, yüzü hep Dersim’e dönük. Bu dili unutamayız, atamayız. Bizim acılarımız anlatılacak gibi değil. Ne şarkıya döküp anlatırsın ne kaleme döküp anlatırsın. Gerçekten çok büyük acılar çekmişiz. 


Ben kabul etmiyorum, Dersim’i ayrı yere koyun, siyaseti de orada öğrendiniz, mücadeleyi de orada öğrendiniz, güzelliği de orada öğrendiniz. Neden gidip Isparta’da mücadele veremiyorsun neden Dersim’e geliyorsun? Hemen cevap hazır, “aydındır, ilericidir”. Bizim üzerimizden kendinize imparatorluk kuruyorsunuz, bırakın biz de kendi kültürümüze sahip çıkalım. Türklere de Kürtlere de haksızlık yapılsa ben karşı duruyorum, kimsenin davasına karşı değilim; fakat Dersimlilere, dilimize lehçe meçe demesinler. Bu cümlelerden hiç hoşlanmıyorum. Bizi bir parçalarıymış gibi görmesinler, biz onlardan önce vardık. Kürt tarihini anlatıyorlar ya, biz vardık zaten! Zone made Raa Haq vano, bizim inancımızda Hakk yolundayız diyor. Türkçesi “kimsenin hakkını yeme!” Çerxde diye bir şey yazdım, onu dinlesinler bizim dilimiz kültürümüz orada anlatılır.


https://www.youtube.com/watch?v=cu6489mdAXo


Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Kırmançki üzerine çalışanların çoğu sefaletten öldü gitti, çünkü hiçbir karşılık beklemediler. Ben de bu dilde söylediğim için Star TV bana teklif mi edecek? Evet bana kanallardan teklif geliyor; ama bana Türkçe söyle diyorlar. Türkiye’den teklif geliyor, dizi-film müzikleri yapıyorum. Sesim beğeniliyor, sanatım beğeniliyor; ama bu dil kabul edilmiyor. “Bunu Türkçe söylesen olur mu? Çünkü müziğin güzel” diyorlar. Bu ırkçılık, kaçıncı yüzyıldayız yani. Fransa’da her hafta konser yapıyorum çeşitli gruplara, röportajlar oluyor, televizyon programları yapıyorum. Onlar beni alkışlıyorlar, saygı duyuyorlar. 


Her ne olursa olsun, ben bu davamdan asla vazgeçmem. Tek başıma da kalsam! Şunu da not düşün, Kırmançki için söylüyorum bunu. Biz kimsenin lehçesi pehçesi bilmem nesi değiliz. Biz Kırmançlar, Dersimliler kendimize Kırmanç diyoruz. Elazığ Palu tarafı, Bingöl’ün bir kısmı, Siverek’in bir kısmı, Diyarbakır’ın bir kısmı kendisine Zaza diyor. Dersimliler Zaza değildir. Bu bir dışlama değil; ama değiliz. Dilbilim insanları bir araya gelsin, dilimiz üzerinde bir alfabe çıkarsınlar. 


Ben 2004 yılında Türkiye’ye geldim. Türkiye vatandaşı değilim. Dersim’i karış karış gezdim, biliyorum. Yaşlılarla sohbet ettim. Onları kamerayla çektim hem fotoğrafladım. Eski cem usulleri, şimdiki usuller, aradaki farkı nasıl bulduklarını sordum. O zaman Firik Dede’ye gittim, o gün Firik Dede hastaydı. Yataktaydı; ama kalktı ona rağmen beni kırmadı birkaç kılam çaldı, çekim yaptım, sohbet yaptık. “Umarım birdahaki geldiğimde iyileşmiş olursun, konuşmak istiyorum” dedim. Firik Dede’nin tarzı, yorumu başka bir alem. Sılo Qız, Mehmed Çapan, Sait Bakşi, Hozan Serdar… Hepsinin ismi gelmiyor aklıma. Firik Dede bizim dili pek okumuyor. Ama beyitleri bakışı çok farklıydı. Çok ilgimi çekti. Bir hafta sonrasında ölüm haberini aldım onun. Çok üzdü beni. Dersim’in araştırmasıyla Kayseri’ye kadar gittim, oraya göç edenleri de gördüm. Sürgün insanlarımız. Diyarbakır’da, Siverek’te yaşlılarımızı buldum sürgün edilmiş. 


2004’ten 2007’ye kadar üç yıl kendi cebimden masraf yaparak araştırma yaptım. Bu yaptıklarımın bir belgesel olmasını istedim. Bir karşılık beklentim yok. Birkaç yönetmenle görüştüm, onların hepsi kendine kapmak istiyor. Ben o kadar masraf yapmışım, o kadar üzerinde çalışmışım, emeğim gidecek… Pek anlaşamadık özetle. Ekonomik durumum da iyi değil kendim yapamıyorum. Bende öyle duruyor arşiv gibi; ama keşke onları paylaşabilsek. O yaşlılar şimdi aramızda da yok. Çoğu öldü gitti. 


“Gençler bizim dilimizde aşklarını itiraf etsinler. ‘Waştiyam’ desinler sevgilisine, bizim dilde daha güzel oluyor sevgili!” 


Elinizde bir hazine var…

Bunu mutlaka yapmak istiyorum, siz ön ayak olursanız güzel olur. Ben burada açlıktan da ölsem, para karşılığında yapmıyorum. Sadece vermiş olduğum emek, o kültürün, o insanların konuşması, cemin anlatılması, dilimizin anlatılması çok önemli. Yeni nesile ulaştırabilmek istiyorum. Müziğini de ben yaparım. Okumak isteyip de okumayan çocuklarımıza, her zaman söylerim, herkes önce kendi kapısının önünü süpürecek, önce kendi insanıma yardım yaparız, geliri oraya gidebilir. Evde çürümesin. Fotoğraf, video çok… İsim yapmak derdinde olmasın kimse. İzlerken bile gözleri dolanlar var… Türkü derlemek için yola çıkmıştım, hiç türkü de derlemeyemedim! (gülüyor)


Ben Fransız vatandaşı olduğum için sorun yaşadım o dönem Türkiye’de. Kültür bakanlığı bir orijinalini bize verin dediler.  Otel odama girip valizimi karıştırdılar. takibe alındım Sivas’a kadar. Neler neler…


Eklemek istedikleriniz için serbest alan:

Özellikle gençlere dilimizin üzerinde günde iki kelime de olsa öğrensinler. Dilimizden kılamlar dinlesinler. Bizim dilimizde aşklarını itiraf etsinler. “Waştiyam” desinler sevgilisine, bizim dilde daha güzel oluyor sevgili! (gülüyor) Yazmaya, konuşmaya çalışsınlar. Benim üç dört sayfam var, benimle konuşanlar hep öyle artık bizim dilde bana yazıyor. Yanlış olsun ama konuşsun, düzeltirim ben. Kadınlar ilk doğan çocuklara sadece Kırmançki konuşsunlar, o bağı bizim dilde kursunlar. Severken, kızarken… Siz de, ne zaman görüşürsek, benimle bizim dilde konuşun! Lehçe peçe değiliz unutmayın! Başarılar dilerim size. 



12 Ağustos 2021 Perşembe

İris Mozalar: “Bedenimi ruhumla bütünleştirecek bu ameliyat!”

 

https://www.peramuzesi.org.tr/film/iris/3069/2451


Röportaj: Ceren Ataş

 

Biseksüel trans bir kadın olarak kimliğinizin sizdeki karşılığı  nedir?

Hetero patriyarkal sistem içinde bir kere bu kimlik benim için bir dezavantaj. Bunun haricinde politik bir kimlik. Hem biseksüelim, hem transım hem de kadınım, politik olmaması mümkün değil. Ayrıca aktivizm yapan biriyim, apolitik değilim. Zor bir soru aslında, kimliğin bendeki karşılığı çünkü çok derin. Hayatımda yaşadığım zorlukların kaynağı, bu kimliğimden dolayı beni ezen toplum ve devlet. O yüzden derin ve tarif etmekte zorlanacağım bir anlamı var. 

 

“Hem biseksüelim, hem transım hem de kadınım, politik olmamak mümkün değil.”

 

Ailenize açıldıktan sonra hayatınızda süreç nasıl ilerledi, değişiklik oldu mu?

Tabii ki oldu, ailem beni reddetti. Annem babam ayrılmıştı zaten ben üç yaşındayken ve ben babamı görmedim 15 yaşıma kadar. Annemle Mersin’de yaşıyordum. 18 yaşımda anneme açıldım. Annem kabul etmeyeceğini söyledi, reddetti ve beni değiştirmeye çalıştı. Değişebilecek bir şey sandı bunu aslında. 

 

“Alevi olarak hoşgörüyü de yaşadım, baskıyı da yaşadım.”

 

Değiştirmeye çalışmak derken, nasıl yöntemlerdi bunlar? 

Israr, duygu sömürüsü, psikolojik şiddet... “Ben sana emek verdim, sen bana bunu yaptın” gibi. Aslında bunu kendisine yapılan bir saldırı olarak aldı. Halbuki onunla ilgisi olmayan, tamamen kendimle ilgili olan bir şey bu. Ben böyle doğdum, varoluşum bu. Benim varoluşum ona kasti bir şey olamaz. O hormona başlamamamı istiyordu, dışarıda kadın kıyafetleri giymeyeyim, evde ne yapıyorsam yapayım ama resmi hiçbir şey değişmesin. Ama bu benim varoluş şeklim ve bu böyle annemin istediği gibi yaşayabileceğim bir durum değil, hayatımın her alanında var olmakta huzurlu hissedeceğim şekil bu. Kadın kimliğimi, kadın varoluşumu kabul etmiyor. 

 

Elle Turkey 2019

 

Peki “İris” ne demek? Neden bu adı tercih ettiniz?

Her röportajda bu hikayeyi anlatıyorum (gülüyor) Ben ismi değil de isim beni seçti galiba. İsmimi değiştirmeye karar verdiğim dönemler anlamı beni çağrıştıran, bana iyi hissettiren şeylere bakıyordum. Bu isim sürekli karşıma çıktı enteresan bir şekilde. Sonradan öz Türkçede bir karşılığı varmış bunu sonradan öğrendim, özgürlük ve kurtuluş demekmiş. Yunanca anlamını biliyordum, gökkuşağı demek, cennetin gözü demek, aynı zamanda bir tanrıça ismi, bir çiçek ismi… O dönem bana çok iyi geldi, beni tanımladı.

 

“Büyüdükçe, tarihi öğrendikçe, Dersim tertelesini, Maraş Katliamını, Sivas Katliamını öğrendikçe bunların hepsinin geçmişini öğrendikçe aslında Sunni-Türk olmayan herkesin bu ülkede ezildiğini fark ettim ve Aleviliği en temelde politik bir duruş olarak aldım.”

 

Alevi bir aileden geldiğinizi belirtiyorsunuz. Aleviliği ne şekilde benimsiyorsunuz? İnanç, kültür, politik duruş,  felsefe…

Saydığın her şekilde benimsiyorum aslında. Dini inancım var bu da neopaganizm. Özellikle Türkiye’de Alevi kültürü neopagan ögeler barındıran, şamanik ögeler barındıran bir inanç sistemi ya da öğreti. Bu noktada kendi inancımla, kendi doğrularımla Aleviliği kesistişiyorum ya da birleştiriyorum. En temelde bir siyasi kimlik olarak benimsiyorum. Kendi dünya görüşümü de çok büyük oranda etkileyen bir öğreti; çünkü küçüklüğümden beri bunu öğreniyorum. Alevi bir ailedeyim, babam Sunni; ama annemle büyüdüm ben. Hattâ annem haricinde dedem, anneannemle büyüdüm. O yüzden hep ritüelleri, öğretileri gördüm. Hoşgörüyü yaşadım, baskıyı da yaşadım. Annem beni hep “Okulda kimseye Alevi olduğunu söyleme” diye tembihlerdi. O baskının ne demek olduğunu biliyorum, dayanışmanın da ne demek olduğunu biliyorum Alevi bir kadın olarak. Bizim Mersin’de oturduğumuz bina dört katlı, dört daire de Dersimliydi (gülüyor) Aşure yapılırdı arka bahçede, herkes bir şeyler alırdı ve o yapılan aşure mahalleye dağıtılırdı. Almayanlar oldurdu aşureyi… Belki buna dair çok kanıksadığım ve aklıma dahi gelmeyen bir sürü şey vardır yaşadığım ayrımcılıklara dair. O yüzden Aleviliği politik bir duruş olarak benimsememem imkansızdı. Büyüdükçe, tarihi öğrendikçe, Dersim tertelesini, Maraş Katliamını, Sivas Katliamını öğrendikçe bunların hepsinin geçmişini öğrendikçe aslında Sunni-Türk olmayan herkesin bu ülkede ezildiğini fark ettim ve en temelde politik bir duruş olarak aldım. 

 

Alevilik öğretileriyle yetiştirildim, oniki imam ya da Xızır oruçları tutulurdu, çok sıradan bir yemekle, normal herkesin yediği bir akşam yemeği ile oruç açılıyordu. Uzun sürüyor oruçlarımız da. 

 

 


i-D Magazine

 

Gece belli bir saatten sonra yemek yenmiyor, 00.00 denir, diğer gün güneş batana kadar aç kalınıyor, doğa ile bağlantılı bir oruç aslında…

Evet kesinlikle öyle. Uzun ve dedem su içmezdi mesela. Suyun tadını on iki gün boyunca almamak çok enteresan geliyor bana. Acıyı anlamak, yas sürecini anlamak… Çok ölüme şahit oldum, beş yaşımda anneannem öldü, yas süreci de çok ağır geçiyor. Cenazesi cemevinden kaldırılan askerin cenazesine bakan katılmıyor mesela. Dediğim gibi bunların hepsinin bütününde Alevilik benim için en temelde politik bir kimlik, sonrasında bakış açısı sundu. Tabii ki inancımı da etkiledi. Benim için tüm inançlar, semboller, hikayeler birbiriyle bağlantılı ve bağlantıyı görüyorum. Mesela 12 olimposludan 12 havariye 12 imama… Aslında her öğretide illa bir karşılığı var her şeyin. 

 

“Kadın olarak ayrımcılığa maruz bırakılıyorsam ben bunun  benim Alevi kimliğimden, Kürt kimliğimden bağımsız olduğunu sanmıyorum.” 

 

Aleviliğin derin bir anlamı var benim için. Bir sürü kimliğin ve bir sürü varoluş şeklim var, herkes gibi. Ama en sıkı benimsediğim kimliklerden birkaçı içinde Alevi olmak, Kürt olmak, Kırmanç olmak geliyor diyebilirim. 

 

 

Toplumda biseksüel trans bir kadın olduğunuz için mi yoksa Kürt-Alevi kimliğiniz nedeniyle mi daha çok ötekileştirme ile karşılaşıyorsunuz?

Varoluş şekillerimi böyle kıyaslamayı sevmem. Kadın olarak ayrımcılığa maruz bırakılıyorsam ben bunun  benim Alevi kimliğimden, Kürt kimliğimden bağımsız olduğunu sanmıyorum. Alevi ve Kürt olduğumu bilen insanların beni maruz bıraktıkları ayrımcılık ya da kadın düşmanlığı Alevi ve Kürt kimliğimden bağımsız olmuyor hiçbir zaman. Birçok kadının aslında birçok kadınlık deneyimi var bu noktada. Kürt bir kadının bu ülkede yaşadıklarıyla Türk bir kadının bu ülkede yaşadıkları da bir değil. Alevi bir kadınla Sunni bir kadının yaşadıkları da asla bir olmayacak. Tabii ki kadınlık deneyiminde ortaklaşıyoruz; ama kadınlık deneyimine eklenen birçok deneyim de bizi toplum tarafından hedef haline getirebiliyor. Transım, biseksüelim, Aleviyim, Kürt’üm, Kırmancım ve kadının en temelde. Tüm kimliklerim benim için kadınlık kimliğimle örtüşüyor. Kadın kimliğim temelinde bir ayrımcılığa maruz bırakılıyorum.

 

Alevi toplumunda da kadın düşmanlığı yok mu? Var! Bunu asla inkar edemem, Aleviler de Alevilik de bir noktada yozlaşan, asimile olmaya başlayan ya da olmuş, değişmiş, dönüşmüş bir sistem. Dolayısıyla tabii ki kadın düşmanlığı var. Annemin dul bir kadın olmasından kaynaklı yaşadıklarını görebiliyordum ben küçükken, hala da görebiliyorum. Ailem Aleviydi ama fark etmedi. Toplum azade büyüyemiyoruz. Sunni Türklükten azade yaşayamıyoruz ne yazıkki. Egemen olan kimlikten etkilenmeden yaşayamıyoruz. 

 

Toparlarsam kıyaslama yapamayacağım; ama hepsinin kadın kimliğim ile bağdaşıp bir şekilde bana değdiğinden bahsedebilirim.

 

“Kadınlık deneyiminde ortaklaşıyoruz; ama kadınlık deneyimine eklenen birçok deneyim de bizi toplum tarafından hedef haline getirebiliyor. Transım, biseksüelim, Aleviyim, Kürt’üm, Kırmancım ve kadının en temelde. Tüm kimliklerim benim için kadınlık kimliğimle örtüşüyor. Kadın kimliğim temelinde bir ayrımcılığa maruz bırakılıyorum.”

 

 


https://kaosgl.org/haber/biz-kalacagiz-bizi-istemeyenler-gidecek

 

Sizce Alevi toplumunun LGBTİ+'lara bakışı nasıl? 

Bunu kendi deneyimimden bağımsız anlatmak biraz zor olur. Toplum tarafından ezilen kimlikler, ötekileştirilen kimlikler her zaman bir noktada birleşmeye çalışır. Birbirini daha rahat anlayabilir. Aleviler ve Kürtler, LGBTİ+’lar, feminist kadınlar… Herkesin tek bir kimliği de yok kaldı ki. Pek çok kimliği var insanların, mesela ben Aleviyim, Kürdüm, biseksüelim, kadınım… Bu kimlikler birbirini anlayıp, egemen olanın ne olduğunu tanımaya başlayınca birleşiyorlar. 

 

Bu noktada politik Aleviliğin, politik olmayan bir kısmı da var ya Alevilerin, inanç sistemi olarak yalnızca benimseyen ve politikasını yapmayan bir kesim var, aktivizm yapmayan Aleviler de var. Politik Alevilerin bakış açısı değişiyor, dönüşüyor; çünkü zaten Alevi LGBTİ+’lar var. Bunu kimse reddedemez. Alevi LGBTİ+’lar, Kürt LGBTİ+, Kırmanç LGBTİ+’lar var. Politik düzlemde bakış açısı değişe de politik Alevilerin konularından biri ne yazıkki LGBTİ+ değil. Evet kadınlık, feminizm gibi düzlemlerde var; ama Alevi toplulukları içerisinde Alevi LGBTİ+’ların konuşulduğunu görmüyorum. Bu da makbul vatandaş olma çabası olabilir. Konuşulduğunu görmediğim için Alevilerin bakış açılarına dair bir şey söyleyemiyorum. Sadece kendi deneyimimden yola çıkabilirim. Benim ailemin bakış açısı pek hoş değildi. 

 

Alevilikte hoşgörü temelinde, acıyı anlamak temelinde büyüyen, dayanışma temelinde büyüyen bir inanç; ama bu noktada Alevilerin gözardı ettiği şeyler de oluyor. Bu da LGBTİ+’lar. LGBTİ+’lar zaten her alanda bir turnusol aslında ve Alevilikte de böyle. Neden konuşulmadığına fobi diyebiliriz. 

 

“Toplum tarafından ezilen kimlikler, ötekileştirilen kimlikler her zaman bir noktada birleşmeye çalışır. Birbirini daha rahat anlayabilir. Aleviler ve Kürtler, LGBTİ+’lar, feminist kadınlar… Herkesin tek bir kimliği de yok kaldı ki.” 

 

Size bahsettiğim geçen sene Onur Haftasında LGBTİ+’lar ile röportaj serisinden sonra Alevilerden, kuruma bağlı veya bağımsız, epey olumsuz tepkiler aldım. “Siz Aleviliği ne yapmaya çalışıyorsunuz” gibi… İnanç teorisine bakarsak Alevilikte Lut Kavmi gibi ya da homofobik içerikler yok.

Alevilik ve LGBTİ+ kesişimi çok bilinmeyen bir alan. Kürt ve LGBTİ+’lar birleşiyor, alanlarda da görüyoruz. Alevi LGBT+’lar var; ama bu görünmüyor, bunu göstermek çok değerli. Gönül bağı kurduğum bir iş oldu Alevi bir LGBTİ+ kadın olarak. Senin söylediğine ek olarak, benim ailem hiçbir zaman “günah” demedi buna. “Günah” diye reddetmedi, öyle bir öğreti yok. Tabii İslam öğretisi içinde yer almak isteyen Aleviler var ve burada Lut kavmi adı geçiyor; ama ben ailemde hiç duymadım. “Bu günah, bu günaha nasıl ortak oluyorsun, cehennemde yanacaksın” asla böyle bir şey yok. 

 

Mesela Sunnilerde Allah korkulan bir şeydir, Alevilerde yaratıcı sevgisi vardır. Allah’ı sevdiği için insanlar ona ibadet eder, Allah’ı sevdiğin için iyilik yap, ondan korktuğun için değil. Allah korkulacak bir şey değil. Fark da biraz bu, o yüzden “günah” diyen bir Alevi yok. Yanlış falan deniyor ama günah gibi inançsal bazlı değil. 

 

“Politik düzlemde bakış açısı değişe de politik Alevilerin konularından biri ne yazıkki LGBTİ+ değil.”


https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ris_(film,_2020)

 

Yukarıdaki soruya paralel bir şekilde, Dersim toplumu açısından sizce LGBTİ+'lar için durum nasıldır?

Beş yaşına kadar her yaz Margek köyüne gittim. Okula başlayana ve aynı zamanda anneannem ölene kadar oraya gittim. Köyde yaşadım 3-4 ay. Dersim kültürü çok farklı bir kültür. Mezopotamya dediğimiz bölgedenin geri kalanı gibi bir yer de değil, Türkiye’deki Alevilerle de bir değil. Çok enteresan bir konumu var. Komünist bir belediye başkanı var. Konumu itibariyla çok fakrlı bir yer. Dersim’in o dört dağının Dersim’i dışarıdan gelen o Sunni İslam baskısından koruduğunu düşünüyorum. Mitolojisi farklı, kutsal dağ keçisi var, Duzgin Bava’sı var… Çevresinden ayrışan bir yerde duruyor ve bu bana çok iyi geliyor. Annem “Duzgin Bava seni korusun” derdi, bunun Türkiye’de diğer hiçbir Alevi’de bizdeki gibi bir karşılığı yok. Duzgin Bava kim, ben biliyorum. 

 

Dersim’in izole bir yer olması oradaki demokratik ortamı iyi anlamda geliştiriyor. Tarihi itibariyle de Rumların, Ermenilerin, Kırmançların, Kürtlerin yoğun yaşadığı ve bir sirkülasyon halinde olduğu, 1915’ten 1938’e kadar, hala da hareketlilik var. Cumhuriyet kurulduğunda da orası bağımsız kalmak istemiş ve bu söz verilmiş. Cumhuriyetten önce de sonra da orası bağımsız ve izole bir ortam. Bu da kendine has bir kültür doğuruyor. Bu kültür de dışarıdan gelen baskılar sonucu çok daha dayanışmacı, kökenine bağlı oluyor. İnsanlar birbirlerine sahip çıkıyor. Dedim ya Alevilik kültüründe kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz. Ölen insanlar için oruç tutuyoruz mesela. Susuzluktan ölen insanlar için oruç tutup su içmiyoruz. Yasın büyük bir önemi var. Kayıp sonuna kadar yaşanıyor. “Devri daim olsun” diyoruz ölen insanlara, devam ediyor her şey; ama yasını da tutalım diyoruz. Bu çok önemli bir şey.

 

“Dersim’de bir kere Onur Yürüyüşü düzenlendi. Bu bayağı iyi bir şey, değerli buluyorum. Dersim ilk dönüşebilecek yerlerden biri. Dersim’de bir sürü LGBTİ+ var, mesela benim tanıdığım beş tane Dersimli trans kadın var. Çevrem bu, çok geniş bir çeper de değil. Dersim’de de birçok lubunya var, haliyle Onur Yürüyüşü düzenlendi. Dolayısıyla Dersim değişime-dönüşüme çok açık.”

 

 

Dersim’de özellikle terteleden dolayı ve Alevi kültüründeki yası yaşamanın önemine bakalım. Yası tutulmayan bir olay nesilden nesile aktarılıyor. Örneğin Şamanik aile dizimi diye bir şey var. Sana birkaç nesil öncenden sana kalan şeyler ve şu anki yaşamında yaşadığın sorunların ne olduğuna işaret ediyor. Özetle yaşanmayan bir yas, dolayısıyla nesilden nesile aktarılıyor. Dersim kültüründe de Alevi kültüründe de bir yası yaşamanın önemli bir yeri var. Sürekli de bir yas halindeyiz, bu da yıpratıyor. Dersim bu bağlamda bana diğer Alevilerden, diğer Kürtlerden (her ne nasıl tanımlıyorsanız Zaza, Kırmanç) daha farklı geliyor bana, iyi geliyor. Kendimi de şanslı hissediyorum bu kültürde.

 

 


Fotoğraf: Üzüm Derin Solak

 

“Benim ailem hiçbir zaman ‘günah’ demedi buna. ‘Günah’ diye reddetmedi, öyle bir öğreti yok”

 

Soruna döneyim, Dersim ile ilgili konuşasım geliyor. (gülüyor) Dersim’de bir kere Onur Yürüyüşü düzenlendi. Bu bayağı iyi bir şey, değerli buluyorum. Dersim ilk dönüşebilecek yerlerden biri. Dersim’de bir sürü LGBTİ+ var, mesela benim tanıdığım beş tane Dersimli trans kadın var. Çevrem bu, çok geniş bir çeper de değil. Dersim’de de birçok lubunya var, haliyle Onur Yürüyüşü düzenlendi. Dolayısıyla Dersim değişime-dönüşüme çok açık. Dersim civarından değişik bir yer. 

 

Makbul vatandaş olma kafası bir sorun sadece. Ben Alevi bir Kürt olarak ne yaparsam yapayım makbul bir vatandaş olamayacağım. “Ben Dersimliyim; ama Türk’üm” dersem, makbul olacağım; sevilen bir Kürt olacağım; ama birinden vazgeçmek istediklerinde bu ilk ben olacağım. O yüzden hiçbir zaman da makbul olamayacağım ve dolayısıyla hiçbir zaman beni kendilerine eşit görmeyecekler. O yüzden makbul olmak çabası yerine, Alevi Kürtlerin yaptığından bahsediyorum, makbul değiliz, olmayacağız diyerek, LGBTİ+’ların varlığını da kabul ederek daha güçlenerek, bizi ezen bu sisteme daha güçlü kafa tutabiliriz. Bunu öğrenmek gerekiyor, Dersim’de de bu önemli. 

 

 

“Alevi LGBTİ+’ler ya yok sayılıyor ya görmezden geliniyor. O yüzden ayrı bir oluşuma kesinlikle ihtiyaç var.”

 

 

Yaşadığınız veya büyüdüğünüz evde Alevilik ritüeller var mıydı? Aile hangi dili konuşuyordu? Siz bu dili biliyor musunuz? 

Evde Kırmançki ve Kürtçe karışık konuşuyorlardı, Pertek öyle bir yer çünkü. Şimdi Kürtlerin kökeni farklı Kırmançların kökeni farklı; ama Dersim’de ikisi de var. Ailem kendisine Kürdüz ya da Zazayız demezdi, hep “Biz Kırmançız” derdi, dile Kırmançki derdi. Ama evde bu iki dil de konuşulurdu. Kürtçe de konuşsalar ağızlarındaki şiveden Kırmanç oldukları anlaşılıyordu. Ancak dil bana öğretilmedi, bu yüzden aileme çok sinirliyim. Anadilimi ben bilmiyorum. Kürtler çocuklarına dili öğretiyor mesela. Ama bizimkiler bilmiyor. Annemin nesli bile çok az biliyor, dedemin nesli öğretmemeye başlamış çocuklarına bu dili. Annem çok bilmediği için bana da öğretmemiş. O zaten benim politik bir insan olmamdan korkuyordu ve korktuğu başına geldi (gülüyor).

 

Alevilerin kayıplar çoktu ve o kaybı birdaha yaşamak istemiyorlar. Düşünsene sadece annemin nesli üç tane katliama tanıklık ediyor. Haliyle içinde büyük bir korku oluyor ve bu dil bana öğretilmiyor. Sebebi bu bence. Asimile olma yolunu bana açmak, korku güdüsüyle, koruma güdüsüyle. Ama ben tam tersine büyüyünce Alevi kimliğime daha çok sahip çıkmaya başladım. Dilin bana öğretilmemesi çok kötü, kendim öğrenmeye çalışıyorum. Kırmançki öğrenebileceğim bir ortam bulamadım ama. Anneme “Haq raji bo” dediğimde Kırmançki olduğunu anlamıyordu, çünkü öyle bir bellek yok onda, silmiş. Kendi kimliğime dair, asimile olmaya dair bir öfkem var ve bunu engellemek için anadilime sahip çıkmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrenmeyi o yüzden istiyorum.

 

Evde Alevilik ritüelleri vardı, tabii ki. Zilfikar, 12 İmamlar, Hace Bektaş, İmam Ali, İmam Hüseyin resimleri asılıydı duvarlarda. Sürekli onlarla göz gözeydik. Alevilik benim çok kanıksadığım bir şey, babam mesela Sunni; ama o kültüre hiç tanıklık etmediğim için Aleviliğe dair her şey çok bana dair aynı zamanda. Tüm apartman Aleviydi ve sürekli bir yemek sirkülasyonu vardı. (gülüyor) Akşam yemek pişiyorsa herkes aynı yemeği yiyordu. Hace Bektaş’a giderdik, orası hac yeriydi bir yandan. Orada insanlar kalabalık bir yerde uyuduk, ben iki kere gittim oraya. İnancı yaşatıyorduk. Annemin nesli bir noktadan sonra yaşatamadı. Anneannem öldükten sonra kültürle iç içe olamadık, kültürü yaşatan kişi kadındı ailemde, anneannemdi. Kadın yaşatıyor gerçekten. O ölünce ritüeller azaldı ve bitiyor. Dersim’e köye bile gitmedik o öldükten sonra öyle söyleyeyim.

 

Fotoğraf: Üzüm Derin Solak

LGBTİ+ Alevilerin bir oluşuma ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünüyorum. Evet evet evet! Kendi kültürümüzde, Aleviler açısından değiştirmemiz gereken çok farklı bir alan var. Bir yandan Aleviler tarafından yok da sayılıyoruz; ama varız ve çok kalabalığız. Tanıdığım bir sürü LGBTİ+ var. Niye örgütlenmiyoruz, niye bir oluşum kurmuyoruz diyorum. Hem Aleviler özelinde değiştirmemiz gereken, bu sorumluluğu kendimize yükleyeceğimiz bir alan vardır ki var var bence. Bir yandan Alevilik de ezilen bir kimlik ve biz artık ezilenler olarak kesişimsel politikalar üretiyoruz özellikle feminist ve LGBTİ+ camia olarak. Bu noktada Alevilerin isminin bu kadar az geçmesi çok enteresan. Alevi LGBTİ+’ler ya yok sayılıyor ya görmezden geliniyor. O yüzden ayrı bir oluşuma kesinlikle ihtiyaç var. Bunu başlatacak kadar elim güçlü değil; ama çok istiyorum. Bu topluluk Alevi LGBTİ+’a dair araştırmalar yapalım, dilimize sahip çıkalım, tartışalım, çok isterim. Dersim’de bir sonraki Onur Yürüyüşünde var olabiliriz belki. Niye bir Dersim Pride yaşanmasın? Ben Dersimli olduğum için bunu düşünüyorum, isterdim yani Dersim Pride. Dersim’de bir sürü LGBTİ+ var ve örgütlenmeye de başladılar. Neden olmasın yani? Dersim’de şu ana kadar bir Pride komitesi olmaması zaten çok enteresan. O yüzden bir topluluğa ihtiyaç var. Biri bir kıvılcım yaksa arkası gelir gibi geliyor. Sadece bunu tek başıma yapamam. Bir kıvılcımla bu yola başlayabiliriz, ihtiyaç bu.

 

“Bedenimi ruhumla bütünleştirecek bir ameliyat olacak. Aynı zamanda devletin bana uyguladığı ayrımcılıkların, toplumun bana uyguladığı ayrımcılıkların az da olsa önünü kesecek; çünkü artık kimliğimde de kadın görüneceğim.”

 

Alevi kimliğiniz veya daha genel bazda bir inanca sahip çıkıyor olmanız LGBTİ+ toplumu içinde nasıl karşılanıyor?

Aleviliğin diğer sol gruplar içerisinde örgütlenememesinin sebebi de bence bu, bir inanç olması. Alevilik bir yandan da İslam altında olan bir mezhep olarak da algılanıyor ya, evet Aleviler bunu böyle yaşamıyor; ama algı bu veya İslami bir mezhep olarak da geçiyor. O yüzden en üstteki inanç İslam olduğu için önyargılı bakılıyor. Bizim kuşağımızdaki Aleviler, inancı daha politik bir kimlik ve felsefe olarak benimsiyor. Kimse körü körüne bir inanç olarak alamıyor. Ezilen bir kimlik, egemen bir kimlik değil. Bir inanç ve önyargılı bakılıyor, bunu anlıyorum. Sadece bir kimlik olarak, politik olarak bunun anlaşılması gerekiyor.

 

Deist olsam mesela, benim Alevi kimliğim değişmeyecek. Çünkü ben Alevi bir ailede büyüdüm, annem Dersimli, nüfus kayıt örneği çıkartıldığında her şey ortada. Hani nasıl bir Kürt, “Ben Türküm” dese, nasıl Türk olmuyor ya, Alevi de aynı şekilde. Bu da Aleviliğin sadece bir inanç olmadığını, tercih edilebilir bir şey olmadığını da gösteriyor. Ben Alevi doğdum Dersimliyim, vb. tüm sebeplerden dolayı bu kimliği ömür boyu taşıyacağım. İstediğim kadar inancım değişsin, ben yine Alevi olacağım ve egemen olan tarafından ezileceğim. Deist de Hıristiyan da egemen inanç tarafından eziliyor Türkiye’de. Alevilikte çok yakın tarihe dayanan katliamlar var. Bu demek oluyor ki Alevilik farklı bir noktada. Bir deist ile bir Alevi’nin Sunni İslam egemen bir ülkede durduğu nokta tabii ki farklı olacaktır. Alevilik çok daha büyük bir tehdit çünkü İslam’ın içinde algılanıyor. İçinde duruyor bir yandan da tehdit olarak görülüyor. 

 

Bir inanç olarak ele almaktansa bir politik görüş, felsefe hatta etnik köken olarak ele alınması gerekiyor Aleviliğin. Diğer sol grupların da buna böyle bakması gerekiyor ki asıl meseleyi görebilsinler. 

 

 

Dayanışma fonu: https://gogetfunding.com/iris/?lang=tr

 

Dayanışma çağrısı yapmak adına destek fonunuzu anlatır mısınız?

Olmak istediğim ameliyatı en sağlıklı koşullarda, en deneyimli doktorlarla bunu gerçekleştirmek istiyorum. En temelde devlet bana bunu sağlamalıydı; ama sağlayamıyor ya da sağlamıyor. O yüzden sağlıklı koşullarda bu ameliyatı gerçekleştirmek istediğimde önüme bir sınıf kimliğim engel olarak çıkıyor. Haliyle bir dayanışma fonu açtım. Eğer para toplanırsa ameliyatı gerçekten içime sinecek bir yerde olabileceğimi düşünüyorum. Bu benim için çok önemli; çünkü bedenimi ruhumla bütünleştirecek bir ameliyat olacak. Aynı zamanda devletin bana uyguladığı ayrımcılıkların, toplumun bana uyguladığı ayrımcılıkların az da olsa önünü kesecek; çünkü artık kimliğimde de kadın görüneceğim. O yüzden bu ameliyat benim hayatımın ameliyatı. Hayatım boyunca da en önemli operasyon olarak kalacak. O yüzden herkesi bu konuda dayanışmaya çağırıyorum. Bu şekilde bu ameliyatı olmak istiyorum. 100 küsür gün kalmışken fonun %11’i toplandı. Dayanışma yaşatır. Hallolacak, inanıyorum.