15 Aralık 2020 Salı

Gülseven Medar: Gerçeğim, varım, doğalım…

 

Gülseven Medar: Gerçeğim, varım, doğalım… - Ceren Ataş (Röportaj)



“İlla Kürtçe müzik yapacağım diye bir çıkış noktam olmadı sanıyorum. Ben bir sonucum. Bin yılların getirdiği bir sonuç. Gerçeğim, varım, doğalım. Kültürel birikim ve sermayem yok sayılsa da yozlaşsa ve yok olsa da bir gün, bir zamanlar ben vardım. Bunu hiçbir şey değiştiremez. Toplumun ve dünyanın hafızası bunu yazdı. Bu hafızaya bin yıl geçse de dokunacak ve hislenecek genetik devamımız olacaktır dünya döndükçe.”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Müzik en yaygın, en kolay ulaşılır, her an her yerde iletişim kurduğumuz sanat dalı. Eminim ki beşikte ya da anne karnında “kurgulanmış” müzikle tanışmışımdır. Ama bilinç dahilinde en eski anılar olarak, memleketim Sivas-Zara’da çocukken düğünlerde, ev muhabbetlerinde çalıp söylemeleri izlerken, cenazelerdeki ağıtları dinlerken, ayrıca teyplerde çalınan kasetleri ve radyo yayınlarını dinlerken ki zamanlar gözümün önüne geliyor.


Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Etnik kökenim olan Kürt-Alevi kültüründe gördüğüm gibi birçok halk kültüründe de inancın dışavurumsal yanında en baskın estetik etkinlik müzik olagelmiş. Müziğin etki etme gücü çok fazla. Rezonans ve frekans kuvveti var. Ses dalgaları fiziken ortama etki ediyor. Birçok sanat türüne göre anında ortaya çıkabiliyor ve anında icra edeni ve dinleyeni etkisi altına alabiliyor. Her zaman kelimelere ve bir dile ihtiyaç duymuyor. Her zaman bir nesnesel enstrumana bile ihtiyaç duymuyor ortaya çıkarken. Şifa için, duygu ve düşünce dünyasını yaşamak ve yansıtmak için icra edilen kıymetli bir sanat türüdür. İnanç noktası da insanlık tarihini, kültürünü etkilemiş, kültürler meydana getirmiş güçlü bir yapı olmuştur görüyorum ki. İnancı ifade etmek, karşı tarafa tesir etmek ve en önemlisi inancın sürdürülebilirliğini sağlamak için, karşılaştığımız birçok inançta müziğin rolünü görüyoruz. Müzik bu süreçlerde inançla yoğrularak kültürel bir forma da kavuşmuştur... Örneğin; deyiş, semah, ilahi, gazel, ezan, şamanik ayin müzikleri, Ave Maria ilahileri, zikirsel ayin müzikleri vb.

“Özellikle memleketimde mezar ağıtlarını kadınlar seslendirir. Hem etkileyici olduğu için, hem de duygularını ortaya dökmesi noktasında kadına bir yakıştırma ya da serbest bir alan tanınması şeklinde olmuş olabilir. Eminim ki kadınlar bu alanı kendileri ele geçirdi.”

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Şimdiye kadar beni inciten cinsiyetçi bir tutum hatırlamıyorum icra ve eğitim sürecimde. Daha şanslı bir dönemde olabilirim. Ama genel anlayışta kadın sesleri etkili bulunuyor. Özellikle memleketimde mezar ağıtlarını kadınlar seslendirir. Hem etkileyici olduğu için, hem de duygularını ortaya dökmesi noktasında kadına bir yakıştırma ya da serbest bir alan tanınması şeklinde olmuş olabilir.



Eminim ki kadınlar bu alanı kendileri ele geçirdi. Bu noktada erkeklere duygularını, acısını özgürce yansıtmasına karşı biraz tepkisel bir kültür olduğunu görüyorum. Hatta bir köyde feminen (belki eşcinseldir) bir büyüğümüz olan adamın mezar başlarında kadınlara karışıp ağıt yakmasını ayıplarlardı. Muhabbet cemlerinde ve cem ritüellerinde de kadınları müzikal icrada çok az görüyoruz. Eskiden köyün iş yükünden ve çocuklarına olan sorumluluklarından ötürü olsa gerek uzun saatler müzik ortamında kalıp gönüllerince aktif müzik pek de yapamamışlar. Çok az örneklerle karşılaştım.

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz? İstanbul’un uzun mesafelerinden, çalışma hayatından ve ev sorumluluğundan sebep kadın arkadaşlarımla çok aktif süreçlere giremiyorum. Birçok yakın arkadaşım da aynı durumda. Fakat zaman zaman ortak üretim ve icra ortamları hayalleri kurduğumuz oluyor. Ülkenin sert politik ve ekonomik koşulları zamanımızı ve enerjimizi hızlı tüketiyor ne yazık ki. Bu hayallerimizi gerçekleştirmek kolay olmalı iken maalesef hayata geçirmek zor oluyor.

“Ana dilin kaybolması ve yozlaşması tarihsel ve kültürel bağların da zayıflaması, kültürel aidiyet duygularının ve kodlarının da giderek kaybolması anlamına gelebilir.”



Deyiş, kılam vs. üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Yazmayı düşünürseniz hangi dilde kendinizi ifade edersiniz?

İçinde yer aldığım üç müzikli oyundaki canlandırdığım karakterlerin müziklerini kendim yaptım. Bu oyunlar Kürt dilinde oynandı ve müziklerini geleneksel formda özgün besteler şeklinde gerçekleştirdim. Değişik formlarda da melodiler mırıldanıp kaydettiğim müzikler var. Tabii onu vücutlandırmak için zamansal ve enerjisel bir imkanım şu dönem yok. Söz olarak üretimim yok. Ama bazı denemelere girişirsem Türkçe ve Kürtçeyi değerlendirmek isterim.

“Kadın güzelliğinden örneklemeler yapılarak pirin güzelliği anlatılıyor bazı deyişlerde. Orada anlatılan güzellik standartlaştırmasıyla ilgili derdim var.”

Deyişleri, ağıtları hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Kadın güzelliğinden örneklemeler yapılarak pirin güzelliği anlatılıyor bazı deyişlerde. Orada anlatılan güzellik standartlaştırmasıyla ilgili derdim var. Mesela “gerdan, ağ gerdan” olunca güzel oluyor gibi düşünsel refleks halini almış bu tür kalıplar. Güzellik içeriği hep tartışılmış, yeniden ve yeniden büyük zevkle ortaya konulmuş, dinamik bir süreç yaşıyor. Ama her belirlenen içerikte, karşı içerik ötelenen olmuş. Bu varoluşsal sonuçları acımasızca yargılayan bir durum. Kutsama ve kınama süreçlerinde yıpranan varlıklar olduk.

Kürt müzik kültüründe kadınlar: üretim, söyleme, aktarma veya hikâyeye konu olma…

Tosca oyunu, Amsterdam

Kürt müzik kültüründe kadınlar müziğin neresindeler?

Üretim, söyleme, aktarma veya hikâyeye konu olma… Kürtler müziği aktif yaşayan bir halk. Kadın, erkek, çocuk… Tek başınayken, hep birlikteyken… Dans ederken, ağlarken... Kadınları aşırı dindar bir yapı içinden yaşamıyorsa, duygulanımını müzikle, tempoyla, dansla, zılgıtla hemencecik yansıtıyor. Yaşam enerjisi güçlü bir toplum, çünkü yaşam pratikleri ve kültürel değerleri canlı. Müziği, örneklediğiniz bütün safhalarda da icra ediyorlar yer yer.

“İçsel bilgeliği, yüzlerce yıl geçmişte anaerkil dönemlerde daha aktif yaşamış kadınlar bu yüzyılda da sanıyorum ki o dönemlerin mirasından parçalar arıyor.”  



Kürtçe dilinde şarkı/ kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dili aktaran kadın mıdır?

Genelde kadınların ya en muhalif ya da en muhafazakar olduklarını gördüm ev ortamında. Dini inançta, kadın onun en tutucusu olabiliyor evdeki diğer bireylere oranla. Bu genelde kapalı toplumların kadınlarının hikayesi olabiliyor. Ya da açık toplumlarda, fal baktırmak, meditasyon, şifacı aramak, büyücü aramak, sorunlarını çözmek veya merakını gidermek için spiritüel ortamları, konuları keşfetmek gibi eğilimlerde kadınların çoğunlukta olduğunu sanıyorum. İçsel bilgeliği, yüzlerce yıl geçmişte anaerkil dönemlerde daha aktif yaşamış kadınlar bu yüzyılda da sanıyorum ki o dönemlerin mirasından parçalar arıyor.

Yerel bölgede, yalnızca kendi kültür habitatında yaşayan bir halk içindeki kadınlar genelde dilini daha iyi koruyabiliyor. Başka milliyetteki insanlarla fazla diyalog yaşamayınca ana dili günlük hayatında hep aktif oluyor doğal olarak. Ama televizyon radyo vb. iletişim ağları kapalı alanlara yeni dil ve kültürleri taşıyor. O noktada kadının da intibaları yavaş da olsa değişiyor. Ama duygusunu en rahat, en hissederek ifade ettiği ana dilinin üzerine başka bir dil de öyle kolay yerleşemiyor. Yerel bölgede kadınlar çocuklarını büyütmekte aktif oldukları için ana dilini evlatlarına aktarabilme şansına sahip oluyor. Ama uzun yıllar süren okul eğitimi aşamalarında, o ana dil ne hale geliyor, kendimden acı bir örnek verebilirim. Bugünün şehirle bağı kuvvetli kadınların ana dilini aktarmadaki işi daha zor.

“Dil büyülü bir unsurdur bilgiyi taşımada, aktive etmede, duygusal aktarımda. Toplumsal, kültürel, anısal kodlar taşır. Her dil kutsaldır o sebeple.”

Kürtçe anadiliniz ama Kırmançki dilinde de müzik yaptığınızı görüyoruz. Bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Bu konu acı veriyor bana tabii ki. Dil büyülü bir unsurdur bilgiyi taşımada, aktive etmede, duygusal aktarımda. Toplumsal, kültürel, anısal kodlar taşır. Her dil kutsaldır o sebeple.


Sağlıklı birey ve toplumların ana kodlarını sağlıklı olarak yaşıyor ve yaşatıyor olmaları önemli olabilir. Kabul görülme, değerli görülme, onaylanma psikolojisinde anadilinin karşı tarafça ve kendi toplumu tarafınca saygı görülmesi önemli bir ihtiyaç olabilir. Sağlıklı giden süreçte sevgi ve birliktelik ruhu yaşatılır diye düşünüyorum. Ana dilin kaybolması ve yozlaşması tarihsel ve kültürel bağların da zayıflaması, kültürel aidiyet duygularının ve kodlarının da giderek kaybolması anlamına gelebilir. Tabii bireylerin ve toplumların temelde bu bağlara ve duygulara ihtiyaç duyup duymadıkları konusu üzerine düşünebiliriz.

“Aynı gemide yol aldığımız, aynı sorumlulukları yerine getirdiğimiz, aynı devlet kasasına katkıda bulunduğumuz, aynı depremde öldüğümüz, egemen bir milletin kültürünü yaşama ve yaygınlaştırma imkanlarına bir Kürt vatandaş olarak sahip değilim.”

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Evet tabii ki istediğimiz bir medyada ana dilimizle özgürce yer alamıyoruz. Ürettiklerimizi çok sınırlı şekilde yaygınlaştırabiliyoruz. Aynı gemide yol aldığımız, aynı sorumlulukları yerine getirdiğimiz, aynı devlet kasasına katkıda bulunduğumuz, aynı depremde öldüğümüz, egemen bir milletin kültürünü yaşama ve yaygınlaştırma imkanlarına bir Kürt vatandaş olarak sahip değilim.

Ben kendimi doğal olarak icra ediyorum. Yani bildiğim, hissettiğim şeyi yapıyorum. İlla Kürtçe müzik yapacağım diye bir çıkış noktam olmadı sanıyorum. Ben bir sonucum. Bin yılların getirdiği bir sonuç. Gerçeğim, varım, doğalım.

Kültürel birikim ve sermayem yok sayılsa da yozlaşsa ve yok olsa da bir gün, bir zamanlar ben vardım. Bunu hiçbir şey değiştiremez. Toplumun ve dünyanın hafızası bunu yazdı. Bu hafızaya bin yıl geçse de dokunacak ve hislenecek genetik devamımız olacaktır dünya döndükçe.

Sizce anadillerin kaybolmaması için neler yapılmalı?

Ana dili koruyan şey onu olabildiğinde her alanda aktif kullanmaktır. Evdeki faaliyetler yetersiz geliyor. Dışarıdaki alan günlük zamanımızın büyük kısmını kaplıyor. O sebeple bir dil resmi dil olarak icra edildiğinde ve kültürel, sanatsal, edebi alanlarda değerlendirildiğinde, onun korunma şansı olur.

“Mem u Zin, aşkı ve verdiği cesareti, kararlılığı, feodal yapının erkeği ve kadını hangi noktalara getirdiğini, kadına artı nasıl yükler yüklediğini, insanların ve toplumların birbirleri üzerindeki tahakkumun sonuçlarını gösteren önemli bir eser.”


Mem u Zin oyunundan

“Mem u Zin” oyununuz izleyiciler açısından muhteşemdi, sizin açınızdan nasıldı? Deneyimlerinizi aktarır mısınız?

“Mem u Zin” kültürel, dilsel ve toplumsal hafıza bakımından önemli bir eserdir. Bunu sahneleyerek Kürt kültür ve sanatını yeniden deneyimleme, yaşama şansım oldu öncelikle. Tarihteki derinliğine rağmen bugün de hala varlığını sürdüren benzer hikayelerin varlığı insanın temel yapısı hakkında bize bilgi vermiş oldu. Aşkı ve verdiği cesareti, kararlılığı, feodal yapının erkeği ve kadını hangi noktalara getirdiğini, kadına artı nasıl yükler yüklediğini, insanların ve toplumların birbirleri üzerindeki tahakkümün sonuçlarını gösteren önemli bir eser. Bunu sahnelemek, Kürtçe edebi eserlerin az sayıda elimizde olması bakımından da önemliydi. Bu oyun için besteler yaptım ve “Zin” karakterini canlandırmaya çalıştım. Benim için üretken ve geliştirici bir süreç oldu. Kıymetli bir deneyim oldu.

Fakat DBŞT (Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları) bünyesinde başladığımız prova süreci ikinci defa kayyumun gelmesi ile sekteye uğradı. Amed Şehir Tiyatrosu ayrışması süreciyle birlikte provaları verimsiz koşullarda tamamlayıp verimsiz koşullara rağmen heyecan ve zevkle sunduk izleyiciye. O günlerin demoralize olmuş insanlarına heyecan ve moral katmak beni onurlandırdı.

 

Maviş Güneşer: Dil içinde bir alem barındırır

Maviş Güneşer: Dil içinde bir alem barındırır



14 Aralık 2020

“Şarkı söylemek kendini ifade etmenin, hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi.”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Ben Gımgım’ın (Varto) Thazıge (Armutkaşı) köyünde dünyaya geldim. Varto coğrafi, demografik özellikleri sayesinde şarkı söyleme geleneğinin ciddi çeşitlilikler barındırdığı önemli bir kültür bölgesidir. Doğup büyüdüğüm köyde, cenaze törenleri ve haftalarca süren yas döneminde ağıt söyleyen kadın gruplarına, günlerce süren nişan ve düğünlerde enstrümansız söylenen şarkılar eşliğinde halay çekilmesine, dost meclislerinde oturup karşılıklı dengbeji söyleyen akrabalarıma yani hayatın bir parçası olan bu söyleme geleneğine az da olsa tanıklık etme şansım oldu. Bu yüzden şarkı söylemek benim için garip ya da ayrıcalıklı bir durum değildi. Aksine kendini ifade etmenin, hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi. Kısaca müziğin içine doğdum diyebilirim.


Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

İnanç da müzik de kültürü oluşturan temel öğelerdendir. Bugün müzik ve inanç birbirini varoluşsal olarak şartlamasa da insanlık tarihindeki izlerini takip ettiğimizde aslında birbirlerini beslediklerini, kültürün manevi boyutunun oluşum evrelerinde harmonik bir ilişkiyle günümüze kadar birlikte geldiklerini görebiliyoruz. Semavi dinler ve onlardan önce gelen eski inançların ritüellerinde, tanrısal hakikat ya da hakikatin tanrısallığının müzik eşliğinde söylenerek dile getirildiğine şahit oluyoruz. İnsanın, hakikati dile getirirken hoş bir seda ile söylemesi belki de manayı taşıyan söze hem duygu katmak hem de estetikleştirmek ihtiyacından doğmuştur. Mensubu ve bağlı olduğum Raa Heqi-Alevi inancı bugün bu özelliğini hala koruyor. Alevi inancı ritüellerinden baktığımızda müzik ve inanç ruhani bir birliktelik içinde devinir. Müzik bir dere yatağı, hakkı-hakikati söyleyen söz ise o yatakta can bulan ve zamandan zamana durmadan akan su gibidir. Bu anlamda müziği de en az inanç kadar ruhani, aşkın ve aynı zamanda insan varoluşuna, evrene içkin görüyorum.



“Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının farkındalığı da var.” (Kemal Kahraman’dan alıntıdır)

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Yazmayı düşünürseniz hangi dilde kendinizi ifade edersiniz?

Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin 2006 yılında yayınladığı Çeveré Hazaru albümünde Zaza/ Kırmanç dilinde söylenen sabah duası, deyiş ve beyitlere eşlik ettim. Deyiş formunda hazırladığım sadece bir eserim var. Çorum katliamını anlatan bir eser. Onu henüz kaydedip dinleyicilerimizle paylaşamadım. Sahnede fazla deyiş okumasam da dinlemekten büyük haz, ilham alıyorum. Aslında profesyonel müzik hayatıma kendi yazdığım şarkılarımla başladım. 1998 yılında yayınlanan ilk albümümde bulunan eserlerin söz ve müziği bana ait şarkılardan oluşuyordu.[1] Şimdilerde ise yaptığım yeni şarkıları kaydediyoruz. Beste yapmayı, söz yazmayı seviyorum. Klişelere düşmeden yeni şarkılar yapma çabası içerisindeyim. Tabii ki şarkı yapmak zaman içerisinde deneyimledikçe olgunlaşan bir serüvendir. Şiirlerimi Zaza/ Kırmançki dilinde yazıyorum. Kırmançki dilim sonradan ilkokulda öğrendiğim, Türkçeye göre daha zayıf olsa da, az bildiğim anadilimi sonradan öğrenip her zaman bir Türk’e göre eksik kalan Türkçeme tercih ediyorum.

Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Alevilik sözlü gelenekle aktarılagelen bir yoldur, bir inanç öğretisidir. Bildiğimiz ortodoks geleneğe göre kitabı ve yazılı kanunları yoktur. Yazmak yerine söylemek bir tercihtir. Çünkü Alevi öğretisine göre hakikat dile geldiği anda yeniden var olur. Bu inanç öğretisi deyişler, beyitler, gulbengler, semahlar, nefesler ve takvim esaslı ritüelleri üzerinden kendisini anlatmıştır. Bu sebeple deyişler bu öğretinin aktarılmasının yöntemidir, okuludur ve Alevi inancının en dolaysız başvuru kaynaklarıdır. Ali-ay, Muhammed-güneş, Ana Fatma-zühre yıldızı, Gürüh-u Naciye, Hızır, dişil-eril evliyalar, onların sıfatları, tüm bunların yaradılış kurgusundaki yerleri, taşıdıkları mana; üçler, beşler, yediler, kırklar, 17 kemer bestler vb. burada sayarak bitiremeyeceğim bu inanç sisteminin taşıdığı mana birimlerini ancak Alevi takvimi ritüelleri, bu öğretinin kaynakları olan deyişler, beyitler, semahlar, nefesler üzerinden ve aktarıldıkları Zazaca/ Kırmançca, Kürtçe, Türkçe gibi dillerin perspektifinden bakıp derinleşerek anlayabiliriz.

İngiliz Parlamentosunda Dersim Soykırımı anmasında Maviş Güneşer, Dersim ağıtları seslendirirken.
1 Mayıs 2019

Feminizm, sosyalizm, kadınlık-erkeklik perspektifi üzerinden yani bugünün modern normlarını esas alarak binlerce yıldır gelen bir öğretiye bakmanın doğru bir yöntem olmadığını düşünüyorum. Kadim Raa Haqi-Alevi öğretisini yaşamak mı istiyoruz, anlamak mı istiyoruz yoksa medeniyetle aramızda bir engel olarak görüp bugünün normları üzerinden eleştirip onunla hesaplaşmak mı istiyoruz ya da bağlı bulunduğumuz ideolojilere angaje edip araçsallaştırmak mı istiyoruz gibi soruları Alevi inancı adına konuşmadan, yazmadan önce kendimize samimi olarak sormamız gerekir.

Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının farkındalığı da var. Bugün ise kadınlık ve erkekliğe, salt eşitlik temelinde baktığımızı, agresif duygularla oluşumuzu ele aldığımızı düşünüyorum. Alevi inancı nasıl bir erkek olmalısın, nasıl bir kadın olmalısın, nasıl yaşamalısını dikte etmiyor. Kadınlık da var erkeklik de var demiştik ve bu öğreti dikte etmek yerine, aktarılan söz üzerinden senin çıkarsamalar yapıp kendin için yeniden anlamlandırmanı bekliyor.

Aktuel sorunlarımız üzerinden ele alırsak Dersim’de dişil olan ziyaretlerin Zazaca/ Kırmançki’den Türkçeye çevrilirken erilleştiğine tanık oluyoruz. Mesela Gola Buyere dişil bir ziyaretken Türkçede “Buyer Baba” olmuş, Düzgün Baba’nın kız kardeşi Jele, Türkce konuşan Dersimlilerin dilinde erilleşip “Zel Dağı” olmuş. Ben bunu eril zihniyetin hakimiyeti kadar dilin unutulmasına da bağlıyorum. Aslında sadece anlaşmak için kullandığımız bir dili unutmuyoruz o dil üzerinden aktarılan düşünme biçimini, mana bütünlüklerini de kaybediyoruz. Yani bir dil giderken beraberinde o dil üzerinden aktarılarak gelmiş alem kurgusu ve onun önerdiği tüm mana birimleri de kayboluyor ya da taşıdığı mananın dışında anlamlar yükleniyor.

Modernitenin gözünden bakıldığında bu durum eskinin yeniye diyalektik bir şekilde evrilmesi yani medenileşme ve ileriye doğru bir gelişme olarak teorize edilirken içeriden bakan gözün algısında ise yaşanan tam olarak bir kültür toplumunun dilini kaybederken hafıza kaybına uğramasıdır. Dolayısı ile bana göre bir kültür toplumunu, hele hele son demlerini yaşayan bir kültür toplumunu tüm yönleriyle anlamak istiyorsak o kültürü ve onu yaşayan toplumun kendi referanslarını dikkate almamız gerekiyor.

Deyiş maalesef pek söylemiyorum ama deyiş dinlemeyi çok severim. Alevi inancı, insanı sevgiyle hayata, doğaya bağlayan, bilmenin de bilinmenin de vizyonunu sunan sahip olduğumuz bir hazinedir ve bunu en çok deyişler üzerinden okuyabiliyoruz.

Kırmançki dilinde şarkı/ kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dili aktaran kadın mıdır?

Kültür toplumlarında dil, inanç, sosyal ve toplumsal kurallar kısaca hayat aile ve ait olunan küçük topluluktan öğrenilirken, sanayi, teknoloji, komünikasyon çağı dediğimiz günümüz toplumlarında ise bunlar eğitim, ordu, medya gibi devletin tekelinde olan kurumlar aracılığıyla öğreniliyor. Devletin normlarına göre biçim alıp büyüyen çocuğun aile ve toplumla olan bağı zayıflarken devletle olan bağı güçleniyor. Böylece devlet, kurumları üzerinden tek tornadan çıkmış nesiller üretebiliyor.



Bildiğimiz anlamda bir devleti olmadığı halde Pir-talip-ocak ve aşiretler üzerinden vücut bulan Kırmanciye Sistemi’ne doğan bir çocuk, dili evde doğal ortamında hayata dokunarak öğreniyordu. Çocuğun büyüme sürecinde, ev işlerinden birinci derecede sorumlu kişi anne olduğu için evet, anne aile içerisinde aynı zamanda bir dil ve kültür aktarıcısıydı. Bugün bizim deneyimlediğimiz bu düzende bir anne anadilini bilmiyorsa, çocuğunun anadilini kurumsal bir çaba içerisine girmeden doğallığında öğrenmesi imkansızdır. Aynı şeyi inanç için de söyleyebiliriz. Annenin anadili ve inancı hakkında tecrübesi, bilgisi olduğunu varsayalım. Bu defa da bu annenin çocuğuyla rahatça konuşabileceği özgür kamusal alanlar yoktur.

Bugün az da olsa Avrupa’da, Türkiye’de, Dersim’de bazı anneler, babalar çocuklarıyla Zazaca/ Kırmançki konuşmaya, çocuklarına dili öğretmeye çalışıyorlar. Ama bu çaba genelde hüsrana uğruyor. Çünkü anne, baba ve çocuk bulundukları toplum içerisinde yalnız kalıyor ve akıntıya kürek çekme duygusunu yaşayıp ne yazık ki vazgeçebiliyorlar.

Dersim’de özellikle kadınlar üzerine yazılan aşk şarkılar ve ağıtları mevcut. Bu kültür açısından bakıldığında Dersim kadını ile ilgili ne söyleyebiliriz?

Bu konuda da bir değerlendirme yapabilmemiz için yine Dersim toplumuna kendi siyasi tarihselliği, itikat, sosyal, kültürel değerleri üzerinden yani içerden bir gözle bakmamız gerekir. Dersim otantik müziğindeki müzikal çeşitliliği söyleyen tanımlamalar üzerinden baktığımızda hewa ceniyu (kadın şarkıları), hewa cüamerdu (erkek, yiğitlik şarkıları) gibi çok temel başlıklarla karşılaşıyoruz.

Aşk ve özlem şarkılarını hewa ceniyu yani kadın şarkıları diye isimlendirmeleri aşkı, özlemi, aileyi kadınla; hewa cuamerdu yani yiğitlik şarkıları başlığıyla da ölümü ve savaşı erkekle sembolize ettiklerini görüyoruz. Aşk şarkılarında genelde aşkı dile getiren erkektir ve erkeğin gözünden sevgiliyi, aşkı tarif eder. Akıllı, güzel, asil, asi, çalışkan bir kadın tasviri vardır. Kadınlar genelde konusu oldukları şarkılar üzerinden yüceltilirler. Şarkıya konu olan kadın ya evlidir ya da başka talibi tarafından istenmek üzeredir. Aşık olan erkek eğer kadın evliyse kadının kocasının o kadının değerinde olmadığını, kadını hak etmediğini söyler ama evlenmek üzereyse aşık, çoğunlukla kadının anne ve babasına öfkesini dile getirir. Zalıma maa to, çe piye to bıveso / “zalim anan, babanın evi yansın” gibi tabirlerle sevdiğine kavuşamayan erkeğin sitemine, gelecek ile ilgili kurduğu hayallerine ya da erotik aşk fantazilerine tanıklık ederiz. Şarkı içeriklerinde kadınlar çoğunlukla arzu nesnesi olarak görünür olsalar da gerçek hayatta Dersim kadını şarkılardaki kadar pasif değildir. Kendi hayatının kısmi de olsa öznesidir.



Aşiret kavgalarını anlatan hewa cuamerdu yani yiğitlik şarkılarında kadın genelde çatışma istemeyen, barıştan yana sözünü söyleyebilen bir konumdadır. Diyelim ki iki aşiret durmadan birbirinden adam vuruyor bir düşmanlık kurulmuş, Kırmanciye hukukuna göre kadınlar erkeklerin kurduğu bu düşmanlıktan muaftır. Çünkü kadını vurmak en büyük suçlardandır. Mesela bir kadın husumetin olduğu aşiretin alanına, arazisine girebiliyor, orada güvenlik içerisinde dolaşabiliyor. Bu aslında kırmanciye aşiret hukukunun bir sonucudur. Aşiret kavgası ağıt örneklerinde ağıdı yakan kadın, öldürülen oğlunun güzel özelliklerini, yiğitliğini dile getirirken hemen bir sonraki dizede oğlunun katili olan karşı taraftan vurulan gencin adını anarak, ona da yazık oldu, oğlum sen yiğittin ama o genç de yiğitlikte senden aşağı değildi, hatta ileriydi diyebilecek erdemliliği yani anne yüreğinin kapsayıcılığını, vicdanını gözler önüne serebiliyor.

Ağıtlara, şarkılara ve kadınlarla yaptığımız görüşmelere dayanarak, Dersimli genç kadınların kendi kaderlerini ve yollarını çizmekte beceriksiz olmadıklarını, cesur çıkışlar ve eylemlerde bulunarak kaderlerine boyun bükmediklerini, tâbi olmak ile bağlı olmak arasındaki nüansın farkında olduklarını ve tâbi olma duygusunu sevmediklerini söyleyebilirim. Bununla beraber Dersim kadını için sevmek de sevilmek de bir tabu değildi.

Sorunuza bağlı olarak yaptığım bu önermeler, benim için de kesin çıkarımlara varmak istemediğim henüz üzerine kafa yorduğum, çalıştığım, düşüncelerdir. Ama bir zamanlar Kırmanciye düzeni altında yaşayan Dersim toplumunun sosyalizasyonunu da, büyük ölçüde sözlü kültür üzerinden anlayabileceğimize, ip uçlarının orada saklı olduğuna inanıyorum. Böylesi bir tarih çalışmasının da doğru yöntemlerinin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Hem Almanya’da yaşayan hem de Kırmanciye’ye bağı olan bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Ortalama akıl dili, binlerce yıllık bir süreçte sistematikleştirdiğimiz sesler topluluğu yani bir çeşit iletişim aracı olarak görür. Oysaki bir dil aynı zamanda içinde ancak o dil üzerinden duyumsayabileceğiniz bir alemi barındırır. Her dilin bir düşünme, hissetme, tanımlama ve anlamlandırma tarzı vardır. Dil canlıdır ve içine doğduğun dilin sana sunduğu referanslar, kelimeler, isimler, sıfatlar, fiiller deyimler, şarkılar, şiirler, hikayeler, mitler, masallar, destanlar, dualarından bedduasına, küfrüne kadar senin duygu ve düşünce dünyanı şekillendirirler. Kısacası birey ve toplumun yapılanmasında dilin büyük bir etkisi vardır.



Bugün kadim dilimiz olan Kırmançki/ Zazaki kaybolma tehlikesi altında olan diller arasında sayılmaktadır. Bir dilin unutulması, katledilmesi gibi ormanların, hayvanların, derelerin, denizlerin, dağların katledilmesi de artık çok az insanı üzüyor diye düşünüyorum. Yani bir kabullenmişlik var. Bu kabullenmişliğin altında, geçmişte yaşanmış toplumsal kırılmaların getirdiği politik, psikolojik sebeplerinin yattığı aşikardır. Bence bir toplum yaşadığı katliamlar sonucunda kendi olmaktan kaçmayı yeğlemişse bunun sorumlusu öncelikle o toplum değil, ona bunu reva gören iktidar ve iktidarın üzerinden yükseldiği sessiz çoğunluktur.

20.yüzyılın başında Türkçülüğün Anadolu halklarına tepeden, zor eliyle dayattığı ulus konseptinin 90 yıllık pratik sonuçları ortadayken, bu yıkım süreci bugün hala “modernleşme”, “ilerleme”, “muasır medeniyetler seviyesine kavuşma” olarak teorize edilebiliyor. Medenileştirmek için, eskiyi yıkıp yerine yeniyi getirmek için uyguladıkları ’38 fermanı ile Dersimlinin başına gelen, ölüm, kendine yabancılaşma, lal olma, hafıza kaybına uğrama ve 82 yıldır bir türlü inemediği o kara vagonda bir alem algısından başka bir alem algısına sürgün gitmekti. Gerçek ayan beyan ortadır. Bu yüzden dilini seven, kendini kendi dilinde, yeniden kendi elleriyle doğursun diyorum.

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Evet maruz kaldım. Mesela bir insana aşık olduğum için haksızlığa uğradım. Gençken yaşadığımız birçok şeyi ancak olgun yaşlarımızda anlamlandırıp tanımlayabiliriz. Benim için de bu böyle bir süreçti. Çoğunlukla tarifinde zorlandığım duygular, tanımsız çıkmazlar yaşardım. Bugünden geçmişe baktığımda aslında gençliğin tecrübesizliğinde maruz kaldığınız şey, genelde bilginin ve mevkinin iktidarıydı diye düşünüyorum.

Kendi doğrularınızı kendi deneyimleriniz üzerinden oluşturana kadar girdiğiniz her profesyonel ya da amatör ilişkide biraz pasifize, manipüle edilebiliyorsunuz. Şöyle ki, bilen erkek ki bu eril iktidarı içsellestirmiş kadın da olabilir, kendi sosyal ve politik angajmanlarına göre sana doğruları ve yanlışları anlatır; nasıl yaşamalı, nasıl düşünmeli felsefi tartışmaları üzerinden seni, edindiği dogmalarına bilerek bilmeyerek angaje etme pratiği içindedir. Seninle düşünce alış-verişinden ziyade öğreten pozisyonundadır. Bu ilişki biçimi genelde kadınsı olanda zaten var olan öz-güvensizliğin daha da derinleşmesine ve ona hükmetmesine yol açabiliyor.



Prodüktör, yönetmen, aranjör, tonmeisterinden enstrümantalistine, müzik teorisi gibi teknik bir konudaki öğretmeninden idealist bir yönelimle parçası olduğun müzik grubu arkadaşına kadar, senin pozitif yanlarından çok eksik yanlarını görme eğilimindedirler. Seni olduğun gibi algılamayı akıllarından bile geçirmezler. Hep uyman gereken bir şablonu ilericilik, gelişmişlik, büyük bilgi adına önüne koyarlar. Böylece girdiğiniz sanatsal üretim ilişkisinde duyguların ve fikirlerin ahenkle alış- verişi yerine güçlü olanın tahakkümünü yaşarsınız. Farkındaysanız müzik dünyasındaki rolleri hiyerarşik sırasına göre yazdım. Çünkü bana göre muhaliflik iddiasında olan müzik dünyasında da bir hiyerarşi yani güç ilişkileri üzerinden oluşan bir yapılanma var.

Siyaset ve ekonomi dünyasında oturmuş iktidar ilişkilerinin bir benzerini, muhalif, alternatif sanat dünyasının etkinlik alanları olan kültür kurumlarında, derneklerde, örgütlerde, gazetelerinde, dergilerinde, televizyonlarında, radyolarında da her seferinde yeniden üretiyoruz.

Mesela MESAM, Müyorbir gibi müzik eserlerinden doğan haklarımızı korumak ve takip etmek amaçlı kurulmuş meslek birliklerimiz var. Bu kurumlar herhangi bir devlet kurumu mantığıyla çalışıyor. Sanatçının kültürel, sosyal, siyasal, inançsal, cinsel aidiyetlerinden doğan özgün durumlarıyla ilgilendiklerine, kendilerine dert ettiklerine şahit olmadım. Varsa bir para, artı değer onun paylaştırılmasıyla meşguller. Bu kurumlar, kamusal olamayan, ötekileştirilen, marjinalleştirilen sanatçı ile her gün Türk televizyonlarında görünen sanatçıyı sanki eşit haklara sahiplermiş gibi aynı prosedüre tabi tutarlar.

Bu mantık kadın ve erkek olmakla ilgili de böyledir. Öte yandan bir kurumda çalışan kadın sayısının çok olması, orada eril düşüncenin iktidar olmadığı anlamına gelmez. Hal böyleyken yönetimsel biçim olan patriyarkal otoriteyi tarihsel olarak yaşayıp içselleştirmiş olan hitap ettiğimiz toplum ve aydınları bu durumu sorgulamaktan henüz uzak görünüyorlar.

Yeri gelmişken sorunuzla tam alakalı olmasa da bir parantez açarak şunu da söylemek isterim. Corona günlerindeyiz. Atıl kaldığımız, işimizi yapamadığımız bu 9-10 aylık süreçte 100 sanatçının parasızlıktan bunalıma girip intihar ettiği haberini okuduk. Bu haber gerçek mi değil mi, gerçekse ne yapmalıyız diye soran, açıklama yapan ne bir meslek grubunu ne de bir siyasetçimizi kendi adıma görmedim, duymadım.


Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir önceki sorunun cevabını da göz önünde bulundurarak söyleyebilirim ki evet bir dayanışmaya çok ihtiyacımız olsa da maalesef kadın müzisyenler olarak dayanışma temelli bir oluşum, kurum ya da platformumuz yok. Tabii bu soruyu cevaplarken Türkiye’deki ya da Almanya’daki sanat camiasının tamamını ele almıyorum. Çünkü müzikal, tematik, dil, popüler ve popüler olmayan, kamusal ve kamusal olmayan olmak üzere daha birçok faktörün oluşturduğu çok çeşitli müzik çevreleri var.

Sanat dünyasında bir homojenlik olmadığı için kadın sanatçılar da ürettikleri sanat eserlerine göre başka başka çevreler ve akımlar içerisinde kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Ama Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe gibi yasaklı yani kamusal alanda karşılığı olmayan dillerde sanatsal faaliyet yürüten kadınların durumu için kendi deneyimimden hareketle birkaç şey söyleyebilirim. Evet Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe şarkı söyleyen kadınlar genelde ya sol düşüncelerin hakim olduğu kurumlarda, Kürt kurumlarında ya da Alevi dernekleriyle kurdukları ilişkiler üzerinden kendi sınırlı dinleyicilerine ulaşabiliyorlar. Ama bu kurum ve derneklerde de yukarıda bahsettiğim ataerkil sistem hakim olduğu için genelde kadınların görünür olma mücadelesi müzikal kaygılarının önüne geçebiliyor. Yani erkeklerin kapladığı bu alanlarda sahneye çıkıp kendimizi bildiğimiz gibi ifade edebilmemiz için bir erkek müzisyenden en az on kat iyi olmamız ya da güçlü ilişkilerimizin olması gerekiyor. Yani patriarkal sistem sanat yerine başka kaygıların öne çıkmasına yol açıyor. Tabii bu deneyimleri sorgulayan, birbirini rakip olarak görmekten vazgeçip kız kardeşlik düsturuyla dayanışma içinde olan kadın arkadaşlarımız yok değil.

Mesela Şehriban Özdemir, Astare Dersimi, Zeynep Kılıç, Sakina Teyna, Gule Mayera, Semra Tunç gibi birçok müzisyen dostumla imkanlarımız el verdiği oranda bir dayanışma içerisindeyiz.

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Bir kere bizi görmüyorlar. Hep kenarda yani çemberin dışındayız. Büyük şirketler, medya organları, salonlar, organizasyonlar, festivaller vb. alanlarda yokuz. Kimse merak edip çağırmaz. Ben kendi adıma bu duruma sitem etmiyorum. Bu durumu bir ayrımcılıktan ziyade yok sayma refleksi olarak görüyorum. Seni yok sayıyorlar. Öte yandan şaşırmıyorum da. Ait olduğum halk, dili ve inancıyla yok sayılmışsa, bitirilmeye çalışılmışsa benim bir sanatçı olarak yaşatılmayı, görünür olmayı hedeflemem saflık olurdu. Bu yüzden halimden oldukça memnunum. Çünkü şartlar ne olursa olsun sadece şarkı söylemek istediğimi biliyorum. Önüme koyduğum büyük hedeflerim yok. Büyük hedeflerin peşinden koşmak yerine yolda olmanın farkındalığını yaşamayı, vardığım her menzilde durup kendime bakmayı daha anlamlı buluyorum.


2020 senesi 2 ayını Dersim'de geçiren Güneşer, Kırmanciye'nin son aktarıcıları olan kadınlar ile görüşmeler yaptı


Geçtiğimiz dönemde iki ay Dersim’de kaldınız, köyleri gezdiniz. Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Evet Dersim’de 2 aya yakın bir zaman geçirdim. Hakkında konuştuğumuz, üzerine şarkılar söylediğimiz o coğrafyayı insanıyla beraber yaşamak istedim. Tabii ki bu süre yeterli gelmedi. Çok güzel anlar, deneyimler eşliğinde hem hüznü hem sevinci beraber yaşadım diyebilirim. Çok değerli dostluklar kurdum. Dersim’in cüanıklarıyla (bilge kadınlarıyla) uzun sohbetler, kayıtlar yaptım. Bu kayıtlar esnasında onlarla hemhal olduk. Çok şey öğrendim kendilerinden. Bu kış yaptığım bu kayıtların transkripsiyonunu yapıp üzerine çalışacağım.

Eklemek istedikleriniz için serbest alan:

Weş u War Be…


[1] Maviş Güneşer’in 1998’de söz müziği kendisine ait olan albümünün adı “Kejê”, o dönem kullandığı isim ise “Sozdar”dır. Albüm playlisti: https://www.youtube.com/watch?v=UBeofRXH9zY&list=OLAK5uy_mo0f9WyP-xkNbQ4Jl8c9U9V-s2hxUEqTA&index=1

 

 

14 Aralık 2020 Pazartesi

"Cıvrak bir ozanlar köyüdür" - Sait Bakşi

 


Mehmet Ali Güler, Zelemele

 


Bugün Dersim'de "plaj" olarak kullanılan pek çok "turistik" yerin (mesela en bilineni Kutuderesi'dir) durumu budur. Dersim bir soykırım şehridir. Her yerinde kanlı bir tarih yatar. Bu bağlamda Dersimlilerin mekan algısı bugün yeniden incelendiğinde büyük hüsrana uğruyoruz. Harçik'te kafa taslarından adım atamayan insanların torunları bugün o bölgeyi yalnız eğlence amacıyla kullanıyor. Sadece Mayıs ve Kasım aylarında hatırlanan soykırımın maalesef anlamı da değişiyor...

Görüşme: Mehmet Ali Güler, Zelemele
Kaynak: Anlatılmazı İfade Etmek, Yeni Dersim "Sound"unun Oluşumu
Martin Greve, Özay Şahin

Sılo Qız

 


Apo Sileman'ın yanına gidecektik, biletleri almıştık. 
Ölüm haberi geldi, yolumuz kapalıymış demek; ama ne üzülmüştük... 
Gittik Dersim'de sesini dinledik, dinlettik, kendimizce andık.
Bir sene olmuş, şimdi dağ dağ dolaşıyordur, kimbilir hangi canlıdadır...

4 Aralık 2020 Cuma

Bağışlayın Gözlerimdeki Kırmancı - Usenê Qeremanî / Mehmet Çetin

 


kovulduğum kırları alıp geldim kentinize
bağışlayın başınıza bela öfkemi
orman kalmadı yanacak, biliyorum
ev kalmadı yakılacak ki babam da öldü
biliyorum ama bir bekleyen var gibi orada
o dağları o baharı bekleyen ölümlü gözlerle
kovulduğum kırları da alıp geldim kentinize

dağ kokuyor demek güç şu soluğum için
belki inilti ve sümbül ve kan gibi bişey
ki dağlarından bıçaklanınca bir halk
çığ düşüyor düşlerine çünkü üşüyor
soğuk masal ve tarih kağıdı gibi
körleşen gözleri önünde annemin
ölüyor babam göz göre göre sürgün öldü
soğuk bir damga oluyor ömrüme bu ölüm

biliyorum bu kent sizin bu heykel bu sanrı
yıldız yalnızlığı bu gökavuntusu gecemi
alıp çocukluğum gidecek gecenizden
bağışlayın gözlerindeki kırmancı
doğduğu ev yıkıldı ormanı yakıldı kovuldu
çocuk gözleri bu yüzden hep yurtsuz kaldı

kuş ormanına kaçan ay ve şarkı ve ahı
alıp gideceğim yeryüzünden giderce
düşün ve bağışlayın beni o isli yüzünüzden

kovulduğum kırları da alıp gidiyorum işte

Usenê Qeremanî / Mehmet Çetin

Fotoğraf muhtemelen 2010 senesinden

Gulê Mayera: Bağlama taşıyıcıdır, adı gibi bağlayandır…


“Her Dersimlinin evinde olduğu gibi bizim de evimizde bir tenbur vardı.”

Röportaj: Ceren Ataş

Not: Röportajda kullanılan dörtlükler Ömer Hayyam rubailerinin Gulê Mayera tarafından Kırmançki’ye çevrilmiş versiyonlarıdır.


Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Ben çok iyi dinleyicilerin ve müziği çok seven insanların olduğu bir ailede yetiştim. Her Dersimlinin evinde olduğu gibi bizim de evimizde bir tembur[1] vardı. Babam ve amcalarım çok içli çalar ve söylerlerdi. Kırmançki, Türkçe, Kırdaşki dillerinde… Ama müzik, bunların dışında ve tamamen başka sebeplerden girdi hayatıma. İlk 1991 yılında Erdal Erzincan’la Maltepe’de onun öğrencilik zamanlarında ortak arkadaşlarımız vesilesiyle tanışıp arkadaş olduk ve böylece müziğe bağlamayı elime alarak başlamış oldum. Daha sonra MKM[2]’de grup çalışmalarına katıldım. Çok yoğun çalışmalarla müzik hayatım başladı

“Doğada her şeyin bir ritmi vardır. Temelinde doğa inancının, doğadaki varlıkların kutsiyetinin olduğu bütün inançlarda müzik vardır. Alevilik de doğayı esas alan, sözlü kültürle bugüne gelen bir inançtır. Doğa-inanç-müzik iç içedir.”

İlk hangi enstrüman ile başladınız? Bu enstrümanı neden seçtiniz?

Ben ilk bağlamayla başladım. Erdal Erzincan arkadaşınız olunca başka ihtimal söz konusu olamazdı zaten. Ama daha sonra MKM’de elemanı olduğum gruba hangi enstrüman lazım olduysa hiç üşenmeden günün birkaç saati metodu karşıma alıp, boş zaman buldukça odaya kapanıp büyük çabalar harcayarak onu öğreniyordum. Gitarcı eksiliyordu mesela ben hemen idare edecek kadar gitar öğreniyordum. Sonra yan flüt ve percussion da öğrenmiştim. O zamanlar aklıma geldikçe ne kadar büyük hevesler ve azim varmış diye düşünmeden edemiyorum. Bir şeyi çok istemekle kesin başarmak arasında yüzde yüz doğru orantı var bence. Çok özlüyorum o zamanları…

“Müzik olmadan cem bağlanmaz, öğretiler temburla, deyişle aktarılır…”

Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Doğada her şeyin bir ritmi vardır. Temelinde doğa inancının, doğadaki varlıkların kutsiyetinin olduğu bütün inançlarda müzik vardır. Alevilik de doğayı esas alan, sözlü kültürle bugüne gelen bir inançtır. Doğa-inanç-müzik iç içedir. Mesela akarsuların çağlarken çıkardığı ses bildiğim kadarıyla do notasıyladır. Müzik inançta ortak hareket etmeyi sağlar. Birleştiricidir. Bağlama araçtır, taşıyıcıdır, adı gibi bağlayandır… Ayrıca müzik olmadan cem bağlanmaz, öğretiler temburla, deyişle aktarılır.


Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Şu an sadece her dilden katılımcılarının kadın olduğu “Anadili Yaşatır, İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” konulu iki başlığı olan bir projedeyim ama yoğunluktan şu ana kadar bir katkı sunamadım. Yeni bir çalışma, en önemsediğim konuları ele alan bir platform. İlerlemesi ve faydalı olması dileği ile… Ayrıca kadın platformları ve dayanışma sadece sanatçılar içinde değil; her yapı içinde oluşturulmalı.

“Tüm bestelerim Kırmançki dilinde…”

Klam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Üretseydiniz hangi dilde yazardınız?

Yıllar önce Karanlıkta Dans adlı güzel mi güzel müzikal bir film izlemiştim. Dram, kadın, haksızlık ve benim bitmeyen gözyaşlarım… Gözleri görmeyen bir kadının yaşadığı her şeyi ritimle ve melodiyle ifade etmesi çok etkileyiciydi. Ertesi gün ilk bestemi yapmıştım. Ellerimin parmaklarını iki kez sayacak kadar var kendi bestem. Hepsi Kirmançki…

“Bir klam içinde kadın konu olarak ele alınmışsa sonuç ayrı, ama klamı kadın söylemiş ve üretmişse bambaşka etkisi var bence. Bilirim, bir kadın anlatmışsa hayat vardır içinde, incelik vardır, duygunun en saf hali vardır.”

Deyişleri veya klamları hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İster deyiş olsun ister klam fark etmiyor. Bu cevapta biraz pozitif ayrımcılık yapmak istiyorum. Bir klam içinde kadın konu olarak ele alınmışsa sonuç ayrı, ama klamı kadın söylemiş ve üretmişse bambaşka etkisi var bence. Bilirim, bir kadın anlatmışsa hayat vardır içinde, incelik vardır, duygunun en saf hali vardır. Onun anlatımındaki acı, sevda, özlem, dert bizim ruhumuza serpiştiğinde en güzel melodi filizlenir ve en temiz duyguyla çıkarız işin içinden…

“Can Can’dır; kadın veya erkek değildir. Kadın posta oturur, erkan yürütür. Ama başka inanç ve kültürlerde aşık kadınlar, mesela çok eziyet görmüş ve isteklerini gerçekleştirmelerine hiçbir şekilde ne erkekler ne de toplum kuralları izin vermemiştir ve çoğu kez kafalarında kırılmıştır sazları. Ama kadınlar mücadelecidir, hangi dilden, hangi inançtan olursa olsun kadın barışçıldır.”


Kırmançki dilinde klam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?

İnsana dair her şeyi bence taşıdığı inancın felsefesi ve kaideleri belirler. Biz Aleviyiz ama ben öyle çok sıkı bütün formalitelerin uygulandığı bir ailede büyümedim. Bizde herkes kendi rızasıyla yapar her şeyi. Bütün bunlar dağarcığımda varken çok önemli başka bir şey daha var. Biliyorum genel inananımızda da öyle bizim ailede de öyleydi. Cinsiyetçi bakış açısı yok. Can Can’dır; kadın veya erkek değildir. Kadın posta oturur, erkan yürütür. Ama başka inanç ve kültürlerde aşık kadınlar, mesela çok eziyet görmüş ve isteklerini gerçekleştirmelerine hiçbir şekilde ne erkekler ne de toplum kuralları izin vermemiştir ve çoğu kez kafalarında kırılmıştır sazları. Ama kadınlar mücadelecidir, hangi dilden, hangi inançtan olursa olsun kadın barışçıldır. Başına bağladığı tülbendi ortaya attığında savaş bitiriyordu örneğin.

“Dil yoksa biz de yokuz…”

Anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Dilin varlığı ve çeşitliliği aynı doğadaki börtü böceğin varlığına benzer. Rengarenk, cıvıl cıvıl… Hayvanlarıyla, bitkileriyle ve tüm yapısıyla. Şimdi biz doğa ile ilgili bir sürü politik sorunla ilgili mücadele ediyoruz tamam ama; arı olmazsa, çiçek açmazsa, su çağlamazsa doğanın ne güzelliği kalır. Bir dilin yozlaşması veya kaybolması da aynı buna benzer. Dil, varlığın evidir derler. Kaybolmadan, ardından ne güzel bir dildi dememek için ne yapabiliyorsak bir an önce yapmalıyız. Tercih, anadili kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya iken kılını kıpırdatmayanın! Onlara dilbilimcilerin anadilin insan gelişimi ve psikolojisi üzerindeki etkilerini araştırıp okumalarını öneririm. Dil yok-biz yok!


Sayire Dersimi Mem Çapan
Dersim şairi Mehmet Çapan ile

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Eskiden çok sık karşılaştırdık. Benim şahsen çok fazla sahneye ve çok dolaşmaya, görüp tecrübe etmeye dayalı bir icraatım olmadığı için şu an karşılaşmıyorum; ama bu başkası karşılaşmıyor anlamına gelmiyor. Baskın kimlik, kültür, dil, inanç vs. ne yazık ki her alanda ayrımcılığı ve baskıyı bizlere uygun gördüğü her yerde uygulamaktan geri durmuyor.

“İyê kê mal û milkî sero hecî, roc nêvênenê
Kûnê wertê hazar derdû, canê xo ra bêzarê
Ebê na halîya hêywax onca xo goynenê
Îyê kê zê ma niyê mordem niyê vanê”

“Bir dilin masal anlatıcısı kalmamışsa o dil ölmüştür.”

Sizce anadillerin kaybolmaması için neler yapılmalı?

Bir dilin masal anlatıcısı kalmamışsa o dil ölmüştür. Bizim bu dili kurtarma ihtimalimiz var çünkü bilen çok insan var; kurtaramama ihtimalimiz de var çünkü bilen konuşmuyor, bildiğini kendinden sonrakine aktarmıyor. Bilene yeni öğrenenin eklenmesi gerekiyor. Yazmak, çeviri yapmak, okumak ama illaki bir şeyiyle, bir yanıyla uğraşmak dili canlı kılar. Anadilde eğitim ise benim için çok sonraki bir iş. O zamana kadar çok şey var yapılması gereken.

“Her çîyê mî sarav çiqa rindeka taskê dê
La girêdana aqil ser saykê
Tenê kê simit zerya mordemî bena ya
Çik kê esto zerê de vano dima!”


Gule Mayera’nın Kırmançki çevirisi ile
Ömer Hayyam Rubaileri

Daha önce başka bir kanalda, bugün ise CAN TV’de Kırmançki dilinde bir program yapıyorsunuz. Bu programa nasıl başladınız ve neler yaşanıyor, biraz deneyimlerinizi aktarır mısınız?

 

Bu soruyu biraz anadilimle serüvenimi anlatarak cevaplamak istiyorum. Aslında işin doğrusu ben lise zamanlarıma kadar Kırmançki konuşamıyordum. Anlıyordum sadece. Nenem benim sebebim. Yaşıyorken de ölümünden sonra da her şeyi O’nun için öğrendim. Onu çok sevdiğim için yaptım. Ona ithafen albüm yaptım, Ömer Hayyam Rubailerini Kırmançki’ye çevirip kitaplaştırdım. Avrupa’da yaşadığım süreçte dilimi nasıl geliştiririm üzerine çok çaba harcadım. Daha da ilginci bunları yaparken yanımda bu dili konuşabileceğim o kadar az insan vardı ki…

Sonra televizyonda programlar yaptıkça daha da içine girdim işin. Benim ne şimdi CAN TV’de ne de daha önce yaptığım programlarda dili biliyorum, ben yapayım anlayışı yoktu. Yıllar geçti hala yok o düşüncem. Ben sadece şu kaygıyla bu işi yapıyorum. Benden değil belki ama; programa gelen, konuk olan, telefonla katılan bir insandan öğreneceğimiz bir şeyler vardır kesin. Unuttuğumuz şeyleri bize hatırlatan birileri. Sadece benim değil televizyonda yapılan başka Kırmançki programlar da var. Etkilerini görüyor olmak hem kendimde hem ulaştığımız insanlarda bizlere devam etmemiz gerektiğini söylüyor. Ümidim var benim. Dilim ve kültürüm yok olmayacak!



Gule Mayera emeği ve desteği ile Kırmançki öğrenenler oldu

Hollandalı şarkıcı Nadia Visser ile Hollanda’da bir etkinliğe katılan Gule, o etkinlikte “özgürlük nedir” başlıklı bir ankete “Özgürlük, insanın kendi dilini konuşabilmesidir” yazdığını anlattı. Onun özgürlüğü anadili üzerinden tanımlaması, özgürlük ve dil üzerindeki ilişkinin Gule üzerindeki etkisinden insanların çok etkilendiğini ve bu konu üzerine tartıştıklarını belirtti. Bu tartışmadan etkilenenlerden biri olan Nadia, Gule’nin anadili üzerine daha da ilgi duyarak onunla beraber Kırmançki öğrenmeyi hızlandırdı. Nadia’nın Kırmançki klamlar söylemesiyle bitmedi bu süreç, kendisi daha sonra Dersim’e de gitti ve Gule’nin deyimiyle “dili öğrenmekle kalmadı, o dilin toprağıyla bütünleşti”. Bugün baktığımızda ise Nadia, Kırmançki dilinde şarkılar dahi yazıyor…

“Kadınlar bizi arayıp taciz etmiyor!”

Gule Mayera, gerek TV10’da gerekse bugün CAN TV’de Kırmançki dili ve müzik üzerine yaptığı programlarda yaşadığı tacizlerin hepsinin erkeklerden geldiğini aktardı. Dili konuşma, aktarma veya dil üzerine yapılan çalışmalarda da belli sorunlar olduğunu anlatırken yaptığı iki program sürecinde de canlı yayındayken erkeklerin arayıp “Siz bu dili bilmiyorsunuz”, “Siz yapmayın bu işi” gibi tacizlerle karşılaştığını ve bu telefonları edenlerin hepsinin erkek olduğunu “Bir tane bile kadın arayıp, siz bilmiyorsunuz, siz yapmayın demedi, kadınlar bizi taciz etmiyor. Hatta erkek sunucuların programlarını da kadınlar aramıyor, onları da erkekler arayıp rahatsız ediyorlar” dedi. Youtube’daki videolarının altına gelen yorumlardan birine dikkat çeken Gule, “Benden bahsederken ‘bu kadın’ diye yazdı” diyerek kadın olarak yaşadıkları tacizleri anlattı ve bu tacizlere rağmen dil için, müzik için mücadeleden vazgeçmeyeceğini söyledi.

“Yaşananları en iyi anlatan şey klamlardır!”

Dersim’de yaşananlara dair en iyi anlatıların, aktarıcının müzik olduğunu anlatan Gule, buna rağmen bir ilgisizlik olduğunu belirtiyor: “Bugün Dersim katliamına karşı yaşananlarla ilgili söylenen ağıtlar, klamları Youtube’da kaç kişi dinliyor? Dersim soykırımını iki bin kişi mi biliyor sizce? Bu yaşananlara karşı ilgisizlik var. Kaldı ki yaşananları en iyi anlatan şarkı klamlardır!”


Kırmançki için bir dergi: Piltan

Okumak dili geliştirir ve dilin dağarcıkta canlı kalmasını sağlar. Ne bulursa okumalı insan bence. Özellikle öğrenme sürecinde bir insanın o dilde yazılmış materyaller edinmesi gerekir. Kitap, dergi, gazete, fanzin vs. Piltan çok değerli bir çalışma bu anlamda. Ayrıca internette her şeyi bulmak mümkün. Yıllarını dil çalışmalarına vermiş çok değerli insanlar var. Onların izinden gitmek, çalışmalarını takip etmek ve o insanlarla iletişim kurmak çok değerli. O zaman emek harcayan da emeğinin zayi olmadığını görür ve mutlu olur. Eskiden dayanışma bir etkinlikte, bir programda veya bir gecede yan yana gelerek, yüz yüze bakarak, maddi ve manevi ne gerekiyorsa yapıyorduk. İnsanlar yayınları satın alıyordu, CD-kaset alıyordu, etkinlik bileti alıyordu. O zamanlara biraz ara verdik ne yazık ki. Şimdi teknoloji bize şunu yapmayı mecbur kıldı: Artık kişilerin Youtube veya sayfa ve sitelerine abone olarak, takip ederek, tıklayarak dayanışmak zorundayız.

2 Aralık 2020