29 Kasım 2020 Pazar

“O oceli ellerle mi yapacaksınız bu işi?” Yaprak Dengiz ile röportaj


“Kadınlar posta oturmazlar’ diye bir ses duydum. O anki hislerimi tarif edemem, ilk kez böyle bir durumla karşılaşmıştım. Yaşım daha çok küçüktü, yaptığımın aslında yasak hatta günah ve ayıp olduğunu bile düşünmüştüm. Zamanla ‘nasıl oluyor da erkek-dişi sorulmayan muhabbetin dilinde kadının sesi kesilip, varlığı erkeğin arkasına sığdırılmaya çalışılıyor’ diye düşüyor insan. İNSAN. İnsanız biz, kalbimiz, düşüncelerimiz, hislerimiz gibi gönül gözümüzü oluşturan duygulara sahibiz. O sırrın cinsiyeti sorulur mu hiç? ‘Yol Kadındır’ diyor Gülfer Akkaya kitabının kapağında. Sırrı arayanlar evvela kadına bir bakmalıdır, düşünmelidir, anlamaya çalışmalıdır.”

Röportaj: Ceren Ataş

Sevgili Yaprak Dengiz müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?


Bağlama yaparken “oceli tırnaklar ile”

Bu tanışmanın nasıl olduğunu size nasıl tarif edebilirim bilmiyorum açıkçası. Sanırım 90’lardaki radyo programları ve ev halkı için pahası biçilemeyen ozanların kasetleri sayesinde. Herkeste öyle midir bilmem, ama radyoda ansızın Mahzuni Şerif, Feyzullah Çınar gibi ozanlar çaldığı zaman radyonun ses seviyesi yükseltilir ve o an herkes onu dinlemek zorundaymışçasına çıt çıkartılmazdı evde. O sesler ve sözler hep kutsalmış gibi davranılırdı veya biz öyle hissederdik. Eskiden evlerde duvardan duvara uzanan vitrinler olurdu ortasına televizyon konulan hani. Bizim evde de vardı ondan. O vitrinin üzerinde ise bir bağlama dururdu. O’nu kimse eline alamazdı, annem, babam asla indirmezlerdi onu oradan, çalamazlardı da. Bulunduğumuz muhitten başka bir muhite taşındığımızda ben 8 yaşındaydım ve taşınma sırasında o bağlama kırılmıştı, bağlamanın alt eşiğini alıp evin bahçesine gömmüştüm. Şu an tüm bunları önüme serip düşündüğümde bu tanışıklığın vaktine kal-u bela’dan başka bir dilim veremiyorum.

“Alevi kültürünü yaşayan herkesin evinde bir bağlama vardır.”

İlk hangi enstrüman ile başladınız? Bu enstrümanı neden seçtiniz?

Esasında ruhen hangi enstrüman ile başladığım yukarıdaki soruda belirttiğim gibi bağlama idi. Ve ben onu seçmedim aslında, o beni seçmişti. Bu kültürü yaşayan herkesin evinde bir bağlama vardır. Ben de doğup büyüdüğümde her an onu görüyordum ama dokunamıyordum. Yıllar geçtikçe yavaşça ona dokunmaya, konuşmaya başladım. Yıllarca süren uzun bir muhabbetin ardından artık birlikte var olmaya başladık.

“Kadın kuliste bağlamasının akordunu yaparken erkek müzisyen arkadaşlarımız geliyor önce uzun uzun izliyor, sonra ‘alt tel olmadı, ver istersen iki dakikaya yapayım ben’ gibi mobbing uyguluyorlar”

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?


Açıkçası benim içerisinde bulunduğum ve dayanıştığım özellikle kadın sanatçıyı ele alan bir platform yok. Böyle bir platform var mı ondan da haberim yok. Fakat şu olabilir; zurna çalan, perküsyoncu, aranjör, ritimci açıkçası erkek elinin ne yazık ki daha baskın olduğu bu dallardaki kadın arkadaşlarımızın sayısı artırılabilir. Bu artışın desteklenmesi için kadınlara ait özel dersler verilebilir. Kadınlara özel dedim çünkü yakın bir arkadaşım günün birinde bununla ilgili bir paylaşımda bulunmuştu. Erkeklerin bir kısmını tenzih ediyorum, ancak kadın kuliste bağlamasının akordunu yaparken erkek müzisyen arkadaşlarımız geliyor önce uzun uzun izliyor, sonra “alt tel olmadı, ver istersen iki dakikaya yapayım ben” gibi mobbing uyguluyorlar. Aynı mobbinglerin derste de yapılmaması ve kadın arkadaşlarımızın bu durumdan etkilenmemesi adına kadınlara özel dersler verilebilir dedim. Dayanışma platformları bu anlamda kurulabilir.

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu?

Evet var, fakat var derken bile ar ediyorum. Bunun ifşası için epey zaman var diye düşünüyorum.


Bağlama yapmaya nasıl karar verdiniz, nereden başladınız?

Bağlamalarımı tesviyeye götürdüğüm zaman atölyede saatlerce vakit geçirirdim, vakit günmüş akşammış hiç anlamazdım. İnsan ait olma hissini hayatında çok az yerde hisseder, çok az şeye sonsuzmuşçasına inanır bence, bu atölyelerinde benim için öyle olduğunu, bu işi yapmam gerektiğini çok zaman sonra  anladım. Akrabam aracılığı ile muhitime yakın bir yerde bulunan atölyeye gittim, Turan Usta’ya. Uzun zamandır onunla çalışıyorum, güzel bir usta-çırak, baba-kız, dede-torun ilişkimiz var. Çok şey öğretti bana, öğretmeye de devam ediyor. Aslında İşletme bölümü mezunuyum 6 yıldır kurumsal bir firmanın muhasebe-finans bölümünde çalışıyorum. Kurumsal hayattaki masa başı işi bir süre sonra bırakıp tamamen atölyeye döneceğim.

“İlk zamanda ojeli tırnaklarımla tekne sildiğimi görüp ‘O oceli ellerle mi yapacaksınız bu işi’ diyenler zamanla kendi bağlamalarını tesviyeye getirdiler. Gücün hem maddi hem de bedenen erkekte olduğunu sanan ve buna inanan toplum kadının gücünü yok sayıyor, görmezden geliyor, üstünü örtüyor. Ve günün birinde kadın tüm gücüyle bu algının önüne geçip bu tezi çürütüyor.”

Erkekler için “ilk bağlama yapan” vb tanımlamalar kullanılmıyor ama kadınlar için kullanılıyor. Neden? Sizce kadınların üretkenliğinin önüne engeller konuluyor mu?

Toplumun bilinçaltında genel olarak erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı sınıflandırmalar mevcut. Meslekler için de böyle bir sınıflandırma söz konusu. Şu an çalıştığım atölye bir iş merkezinin içinde, bir yanım kıraathane öbür yanım çay ocağı. Hanın içinde çalışan tek kadın benim. İlk zamanlar ojeli tırnaklarımla tekne sildiğimi görüp “O oceli ellerle mi yapacaksınız bu işi” diyenler zamanla kendi bağlamalarını tesviyeye getirdiler. Gücün hem maddi hem de bedenen erkekte olduğunu sanan ve buna inanan toplum kadının gücünü yok sayıyor, görmezden geliyor, üstünü örtüyor. Ve günün birinde kadın tüm gücüyle bu algının önüne geçip bu tezi çürütüyor.

Bağlama çalmak ve bağlama yapmak süreçleri birbirini hissel olarak nasıl etkiliyor?


Khures Ocağından Bava Warway ile

Yemekten çok keyif aldığınız bir yemeği artık siz yapmaya başlıyorsunuz. İşin mutfağındasınız. O’na istediğiniz lezzetleri ekliyorsunuz. İlk bağlamamı yaparken ağacı elime aldığımda ilk düşündüğüm şey; acaba toprakta dikili bir ağaçken kimler gidip o’na sırtını yaslayıp içini döktü. Şimdi benim elimde nasıl tekrar cana gelecek? O’na şekil verirken o’nu incitmekten sakınıyorum. Aslında güzel bir devriye bu süreç, “Ben babamı kucağımda büyütüyorum.”

Çevrenizden nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Kendi çevremden bu durumla ilgili farklı hiçbir tepki almıyorum, onlar beni tanıyorlar ve yadırgamıyorlar. Dışarıdan bir göz önce şaşırıyor, sonra alışıyorlar. Alışmalılar da zaten, cinsiyetçi algı zamanla yıkılacak. Biz kadınlar bunu yapacağız.

 “Ben bunu söylemek için bir karar vermedim, bir gün Hace Bektaş Dergahı’nda muhabbetteyken Adıyaman’dan gelen canlar ile kendimi Kürtçe yürütülen bir erkânın içinde buldum. Bu Yol bir yoldur. Eğer soyunduysan o Yol’a tercihleri sen yapmazsın Yol’u yolda yaşarsın. Ayrımcılığı soracak olursanız doğrudan bir tepki almadım fakat bir bakış var, siz de bilirsiniz o bakışı.”

Bir cem erkanında sizin Kürtçe deyiş çaldığınıza şahsen şahit oldum, bu bağlamda Kürtçe deyiş söylediğinizde ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz? Bildiğim kadarıyla Kürtçe sizin anadiliniz değil, bu dilde deyişleri söylemeye nasıl karar verdiniz ve zorlandınız mı?

Aslında Kürtçe benim anadilim değil evet, fakat zaten o ruha erişebilmenin herhangi bir lisanı olduğunu düşünmüyorum. Bir gün sizinle birlikte İran Yâresân Kürt Alevilerinin bir muhabbet erkânına katılmıştık. Orada yalnızca birkaç kelimeyi anlamıştık, belki anlamamıştık bile. Asl’olan bedenin ne yapıp ne söylediği değildir bence, asl’olan ruhların coşkusudur, göğüs kafesini yırtacak gibi olan histir. Ve bu coşkunun ne şekli, ne de lisanı vardır.  Ben bunu söylemek için bir karar vermedim, bir gün Hace Bektaş Dergahı’nda muhabbetteyken Adıyaman’dan gelen canlar ile kendimi Kürtçe yürütülen bir erkânın içinde buldum.



Bu Yol bir yoldur. Eğer soyunduysan o Yol’a tercihleri sen yapmazsın Yol’u yolda yaşarsın. Ayrımcılığı soracak olursanız doğrudan bir tepki almadım fakat bir bakış var, siz de bilirsiniz o bakışı. Bir çift göz size bakıyor ama güzel bakmıyor, içindeki öfkeyi, kini, ayrımcılığı, milliyetçiliği tümüyle anlatıyor o gözlerdeki bakışlar, bunu çok derinden hissediyorsunuz. “Coğrafya kaderdir” diye bir söz var ya hani. Eğer coğrafya gerçekten kaderse bende o kaderi yaşamak, yaşayamasam bile hissetmek istiyorum. El ele tutuşmanın toplum ve kültürümüz için çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Kadın olarak erkânlarda yer almaya başladığımda böyle bir ayrım olduğunu ve günün birinde böyle bir ayrımla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim.”

Zakir olmaya nasıl karar verdiniz? Karar verirken aklınıza kadın olduğunuz ve bu nedenle zorluklarla karşılaşabileceğiniz ihtimalleri geldi mi? Siz sorun yaşadınız mı?

Zakir olmaya karar vermedim doğrusu, dedim ya bir şekilde yolum oraya çıktı. Ayrıca zakir keşke olabilsem, muhabbetlerde saz çalan kişi tanımına uyduğum için zakir diye nitelendirdiğinizi biliyorum fakat yaşamın her alanında zakirlik postunu sırtlanmak her kişinin değil er kişinin haddidir  diye düşünüyorum.  Kadın olarak erkânlarda yer almaya başladığımda böyle bir ayrım olduğunu ve günün birinde böyle bir ayrımla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Ta ki; İstanbul’daki Alevilerin merkezi olarak görüp akın ettiği bir dergâha gidene kadar.


Erkeklerin içinde bir kadın zakir

Yıllar önce bir ekip ile bir perşembe günü gittiğimiz dergâhta arkadaşlarımı semaha beni ise posta davet ettiler. Tam niyaz olup posta adım atacakken yere bir minder koydular ve kenardan “kadınlar posta oturmazlar.” diye bir ses duydum. O anki hislerimi tarif edemem, ilk kez böyle bir durumla karşılaşmıştım. Yaşım daha çok küçüktü, yaptığımın aslında yasak, hatta günah ve ayıp olduğunu bile düşünmüştüm. Zamanla; nasıl oluyor da erkek-dişi sorulmayan muhabbetin dilinde kadının sesini kesip, varlığını bir erkeğin arkasına sığdırmaya çalışılıyor diye düşüyor insan. İNSAN. İnsanız biz, kalbimiz, düşüncelerimiz, hislerimiz gibi gönül gözümüzü oluşturan duygulara sahibiz. O sırrın cinsiyeti sorulur mu hiç. “Yol Kadındır” diyor Gülfer Akkaya kitabının kapağında. Sırrı arayanlar evvela kadına bir bakmalıdır, düşünmelidir, anlamaya çalışmalıdır.

Eşitliğin kabul edildiği Alevilik inancında cem yürütülürken aynı Analar gibi kadın zakirlerin de az sayıda olmasının nedenleri nelerdir?

Eşitliğin kabul edildiği Alevilik inancında cem yürütülürken aynı Analar gibi kadın zakirlerin de az sayıda olmasının nedenleri nelerdir?

Topluma kadının yemek yapan, çamaşır yıkayan, çocuk büyüten, evin işini gücünü gören kişi olarak öğretilmiştir, anlatılmıştır, dayatılmıştır. Çünkü güç, söz hakkı, yönetim, idare erkeğin baş edebileceği şeydir. Bu gücü kendilerinden zayıf gördüğü karşı cins ile paylaşmayı normalleştiremiyorlar.


Ardahan’da

Kadınları geri planda tutarak onları koruduklarını düşünen kitle, zaten diğer kurumlarla bir rekabet içinde koltuklarına sarılmış durumdayken bir de KADIN olarak kendilerine artı bir rakip daha çıkmasını istemeyen Alevi erkekleridir. Ve bu bağlamda kadınlar yalnızca postta ve erkânda değil, cemevlerinin yönetimlerinde de geri plandalardır. Cem evleri içlerinde kadın kolları komisyonları kuruluyor, kadınlar bir çalışma planı yapıyor ve onay yine bir erkek yöneticinin ağzından alınıyor.

Cemlerde herkes can ise kadın zakirlerin kadın diye zakirlik yapmalarının engellenmesi Alevilik inancına karşı tutum değil mi?

Elbette karşı bir tutum, öncelikle Aleviliğin teorisiyle günümüzde yaşanan Alevilik birbirinden farklı, inanılmaz iki uç noktadalar. Alevi kadınlarının cemlerde geri planda tutulması, Aleviliğin değil, özellikle tırnak içinde söylüyorum “erkek Alevilerin” kurallarıdır. Alevilikte Dede’nin yanında Ana olmadan bağlanmayan cemlerimiz oldu bizim, bunu hepimiz biliriz. Şu an günümüze bakacak olursak, kadın Pir Ana olarak posta oturtulmuyor, kadın cemde zakirlik yapamıyor, hatta kimi cem evlerimizde cem meydanına girerken kadın ve erkek için ayrı ayrı iki kapı ile karşılaşıyoruz, devlet eli ile İslamlaştırıldığımızın resmidir o cemevleri. Bir Dedeye “Neden kadın zakir veya Pir Ana posta oturmuyor?” diye sorduğumuzda “kadınlar regl oluyorlar, kadınlar kirleniyorlar” gibi cevaplar duyuyoruz günümüzde. Ve bence günümüzde kadınlar artık susmamaya, sindirmemeye, birleşmeye, karşı gelmeye başladılar. Az bir oran dahi olsa böyle güzel, sağlam ve kalıcı bir hareketlenmeler var Alevi kadınlarında.



26 Kasım 2020 Perşembe

Kılamların eşiğinde bir Kırmanç: Şengül Pak – Ceren Ataş (Röportaj)

 


Müzik yapabilmek için adeta savaştım ailemle… Bizler Kürt sanatçıları olarak zaten birçok zorlukla karşı karşıyayız, ayrıca kadın olduğumuz için, Kırmançki ve Alevi müziği yaptığımız için daha da zor koşullarda üretmeye çalışıyoruz.

Röportaj: Ceren Ataş

Müzikle nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Dersim’in küçük bir mezrasında doğdum ve köyümüzde elektrik olmadığı için radyo ve kaset çalar dinliyorduk. O dönemler daha çok radyo dinlerdik ve TRT de halk müziği şarkıları ve Erivan radyosunu çok dinlerdik. Babam bazen Kırmançki şarkılar söylerdi kendi kendine ve müziği çok severdi. Erivan radyosunu kaçırmazdı. Her akşam saat 18.00’de açardı. Onun dışında köye gelen misafirler Kurmanci ve Kırmançki şarkılar söylerlerdi.


Kadınların yaktığı ağıtlara denk gelirdim ve 1980 öncesinde söylenen devrimci şarkıları dinlerdim. Oradan ilgim oluştu ve duyduğum şarkıları ezberleyip söylerdim. İlk ezberlediğim şarkı “Roz veciya pe koy ra…” idi. Daha sonra ağabeyim bir saz eve getirdi, gizlice çalarmış gibi yapıp şarkı söylerdim. Ablam sanat müziği şarkıları söylerdi ve ben onun sesinden çok etkilenirdim. Ondan duyduğum şarkıları yatılı okulda öğretmenlerime söylerdim…

Kültür bağlamında Raa Haq’a baktığımızda, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Annem Khureşan aşiretinin Useniz kolundan geliyor ve babam da çok itikatlı bir insandı. Sürekli niyaz pişirilen ve kurban kesilen bir aileden geliyorum. Fakat yatılı okul süreciyle kendim birey olarak çok fazla dinle büyümedim diyebilirim. Okulda zorunlu din dersi alıyorduk ve ister istemez allah korkusunu içselleştirmiştik. Bir kış evimizde cem bağlandı ve ilk defa Dedenin elinde sazıyla sözüyle bir ibadeti gerçekleştirdiğini gördüm, çok etkilendim. Orada Pirin daha çok ağıt tarzında Kırmançki semahlar okuduğunu ve beraberinde gözyaşı döktüğünü hatırlıyorum.

Daha sonra Dersim müziğiyle daha yoğun tanıştığımda ağıtların Dersim kültüründe önemli bir yer aldığını ve ibadet müziğine bile yansıdığını fark ettim. Elbette bu oradaki coğrafyanın yaşadığı acıların da bir sonucu diye düşünüyorum. Aslında ibadet esnasında söylenen semahların Hakka olan aşkla, bağlılıkla beraber yaşanılan acıların bir şekilde tekrar müzik yoluyla o acılarla işleme ve baş etme çabası, süreci olarak görülebilir. Bir nevi terapi diyebiliriz. Benim dönemimde tanıdığım hiçbir Pir cem yürütürken Türkçe semah okumazdı, aksine bütün semahlar Kırmançki dilindeydi. Maalesef son yıllarda çok fazla çehre değiştirdi. Neredeyse ibadetin diliyle birlikte müziği de Türkçe oldu.

Müziği gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Elbette. Müzik bizim ve birlikte yaşadığımız toplumlarda da eril bir kültüre sahip. Müziği yapanlar da genelde erkeklerdir. Kadınlar ağıt yakıcılardır ve sadece acısını dile getirir (özellikle Dersim Kırmanç çevresinde) diğer komşu köyler ve bölgelere baktığımızda Sunni kültür olmasına rağmen kadınlar şarkı söylemekte daha özgürler. Örneğin bizim köylere komşu Kurmanc Sunni köyler vardı ve bu köylerdeki kadınlar düğünlerde kol kola girip şarkılar söyleyerek halaya dururlardı. Bizde böyle kültür yoktu.

Dersim ozanlarına baktığınızda hep erkek ismi duyarsınız ve bu ozanlar nerde düğün vs varsa, oraya gider bildikleri bütün şarkıları seslendirirlerdi. O dönemlerde söylenen erkek ağzıyla söylenen şarkılardır. Sılo Qız’ın okuduğu ağıtlarda bile bunu net görebiliriz. Mesela der ki “… annesi ağlıyor ve dizlerini dövüyor…” Yani anne direk ağıdı yakan kişi değildir. Annenin ya da kadını yaktığı ağıt söylediği anla beraber son buluyor. Daha sonraki zamanlara taşınmıyor ve söylenmiyor. Varsa da örnekleri çok azdır belki.

Bu yaklaşım son yıllara kadar böyle geldi. Ben müziğe başladığım dönemde ailem tarafından çok büyük bir tepki aldım. Sanatçı olmak bir genç kız için korkunç bir ayıptı onlar için. Müzik yapabilmek için adeta savaştım ailemle.

Bununla birlikte gerek toplumda gerekse çalıştığımız ortamlarda yine arka plana atıldığımız zamanlar oldu ve bunu hala yaşıyoruz. Bizler Kürt sanatçıları olarak zaten birçok zorlukla karşı karşıyayız, ayrıca kadın olduğumuz için, Kırmançki ve Alevi müziği yaptığımız için daha da zor koşullarda üretmeye çalışıyoruz.

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Maalesef… Birkaç kez kendi aramızda böyle bir girişimde bulunsak da, somut olarak bir platform oluşturmuş değiliz. Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç her zaman var elbette. Ama bu konuda kurumlar da yetersiz kalıyor. Özellikle belirtmeliyim, Alevi kurumları hep belli isimleri ve popüler kültüre yakın kişileri ön plana çıkarıyorlar. Kaygıları çok farklı, o yüzden de bu tür kurumlar tarafından destek görmemiz imkânsız.

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Eğer yazarsanız hangi dilde yazarsınız?

Kırmançki semahları çok seviyorum ve sahnede de mutlaka yer veriyorum. Bana göre semahlar kalpten gelen ve gerçekten itikatı yüreğinde hisseden kişiler tarafından üretiliyor ve öyle de olmalı. Dediğim gibi, ben Kızılbaşlığı kültürel ve felsefik olarak içselleştirmiş ve öyle yaşayan biriyim. Aileden uzak büyümenin etkisi olsa gerek, çok fazla dini inanç olarak ele alamıyorum maalesef.

Onun dışında, kendim de şiirler yazıyor ve şarkılar yapıyorum ve bunların dili Kırmançkidir.


Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Ya da Dersim’de kadınlar üzerine yazılan kılamlar hakkında neler düşünüyorsunuz? O coğrafyanın ve kültürün kodları bu kılamlarda bize neler söylüyor?

Söylenen deyişlerde genelde kadın ya da erkek kimliği öne çıkmıyor. Söyleyen kişi insandır ve Hakka olan sevgi, özlem ve aşk dile gelir. Ama geleneksel olarak erkek egemen bir yaklaşım vardır. Dede cem bağlar, eşi (ana) de kadınların arasında oturur ve birlikte ibadet eder. Belirleyici olan yine dededir.

Geleneksel Dersim şarkılarına baktığımızda aşk, acı, kavga, ölüm ve gurbet çok yoğun işlenmiştir. Aşklar hep bir erkeğin kadına olan sevdası niteliğinde dile gelir. Eğer bir kadının aşkı dile geliyorsa da bu üçüncü bir ağızdan dile gelir, direkt kadının kendi ağzından değil. Yukarıda da belirttiğim gibi, şarkı yapıcıları, şairler ve ozanlar erkektir. Doğal olarak müziğin dili ve hatta bazı şarkılarda duygusu da erkeksi özelliği taşır. Örneğin bilinen bir ağıt var “Sahan Axa”, çok fazla sert bir duyguya sahiptir ve ben kendim o ağıdı okuyamıyorum şahsen. Çünkü o yorumu bir kadın olarak çok sert ve baskın buluyorum.

Eğer “Kod” diyecek olursak, Kadınların cenazelerde ağıt yakma dışında çok fazla şarkı söyleme koşulları yok. Bu zaten ayıptı.


Kırmançki dilinde kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dilin aktarıcısı kadın mıdır?

Dilin ana aktarıcısı elbette kadındır. Özellikle günümüz koşullarında. Çünkü baba çalışmak zorunda ve kadın ev, çocuk vs. sorumluluğunu taşımakta. Avrupa ya baktığımızda böyle bir ayrım yok, anne İngilizce, baba da Fransızca konuşabiliyor çocukla. Çünkü baba eve geldiğinde evdeki yaşama, mutfaktaki işe ve temizliğe de ortak oluyor. Doğal olarak çocuğa eşit zaman ayırılıyor ve diyalog imkânı daha fazla. Bizim kültürümüzde bütün yük kadının omuzlarında. Böyle olunca da çocuğu kim büyütüyorsa dili de o konuşuyor ve çocuk onun diliyle büyüyor. Dersimin inanç dili Kırmançkidir, fakat son yıllarda bu Türkçe olmuştur ve bu da doğal olarak o orijinal olan inanç terimlerini yok etmektedir ve bildiğimiz birkaç ziyaret ismi ve inançsal terimler dışına çıkmamaktadır. Bu da aslında biraz da olsa Dersim Kızılbaş inancının bir şekilde asimile olduğunun göstergesidir ve çok üzücü.

Kırmançki dilinin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Bir çoklarımız gibi çok trajik buluyorum ama kaçınılmaz çünkü bu alandaki çalışmalar yetersiz, her şeyden önce sahip çıkma konusunda ciddi sorunlar var. Dersim’de Dersim’in ana dili konuşulmuyorsa en büyük acı bu aslında. Çünkü insanlarda söyle bir yaklaşım var.  O da geleceği olmayan, kimseye fayda getirmeyen bir dil olarak görülüyor. Politik yaklaşımlar bunu hızlandırdı ve aslında amaçlanan şey de buydu. Bu da gerçekleşiyor ne yazık ki. Bu konuda çaba gösteren çok az kişi ve kurum var ama bu toplumsal bir mesele haline gelmediği ve toplu olarak bilinçli bir şekilde konuşulmadığı sürece tarihte yok olmuş ve birkaç çalışma geride bırakmış bir dil olarak yerini alacak gibi görünüyor. Umarım yanılırım.

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Sorunun cevabı içinde. 1998-99 yıllarında MKM de Venge Sodırı grubundayken, Ankara ya bir etkinliğe gitmiştik ve sahneye çıkmamız yasaklandı. Sahne almadığımız halde hakkımızda tutuklama kararı çıktı ve biz aylarca bu sorunla birlikte yaşamak zorunda kaldık. Bu sistem içerisinde yaşadığımız bir sorun ama bir de şöyle bir boyutu var ki, Kürt müzigi içerinde de ikinci planda kalıyoruz. Gerekçe ise Kırmançki ya da Zazaki dilinin cok konuşulmadığı ve Kürtler içerisinde cok anlaşılmadığı. Bu tür yaklaşımlar doğal olarak motivasyonu azaltıyor ve biraz üzüyor insanı.


Şahsen, Şengül Pak olarak, Kırmançki’yi evinizde, sosyal çevrenizde yaşatabiliyor musunuz?

Evet. Çok yoğun olmasa da uzak kalmamaya çalışıyorum. Oğlumla konuşuyorum, onun dışında arkadaşlarım ve ailemle konuşuyorum. Çok yalnız kaldığımda da bol bol müzik dinliyor ve söylüyorum.


Berteng adıyla Kırmançki bir programa başladınız. Aynı isimle daha önce de programlar yapmıştınız. Bu programı yapmaya nasıl karar verdiniz?

Bu fikir TV10 döneminde oluştu ve ben kuruluş sürecinde çalışmaya başladım. O zaman iki yıl boyunca her hafta canlı olarak Berteng programını yapıyorduk ve çok izleyicisi olan bir program haline geldi. Daha sonra ayrılmak durumunda kaldım ve yaklaşık 6 yıl bir zaman dilimi geçti aradan. Ama çok özlem duyduğum bir işi bırakmıştım aslında ve oradaki arkadaşlara günün birinde bu programı tekrar yapacağımı belirtiyordum. Bundan birkaç ay önce CAN TV’den böyle bir teklif geldi ve hiç düşünmeden karar verdim. Pandemi süreciyle beraber biraz sıkıntılar yaşıyoruz ama devam edeceğiz.

Seyirciyle farklı bir bağ kuruyor insan. Dil, kültür, yaşam ve müzik konuşuluyor ve direkt görmediğiniz ama yoğun olarak hissettiğiniz bir enerji alıyorsunuz. Sahnede şarkı söylerken, karşıda sizi dinleyen kişinin gözünün içine bakıp neler hissettiğini anlayabiliyorsunuz fakat TV böyle değil. Daha sonra gelen tepkiler üzerinden bir sonuca varabiliyorsunuz. Ben çok güzel tepkiler aldım ve sanıyorum, herkes benimle biraz kendisini buldu ve her şey çok kendisindendi. Bu yüzden de büyük ilgi gören bir program. Beni de mutlu ediyor.

Eklemek istedikleriniz için serbest alan:

Bu dile ve kültüre olan ilgini ve bu alandaki akademik çalışmalarını çok değerli buluyorum ve çalışmalarında başarılar diliyorum.

26 Kasım 2020

NOT: Bu röportaj için "Şengül Pak, Kırmanç Zamanın Keklik Sesi" başlığını Ana Xime, röportaj yayınlandıktan sonra önerdi. Bu cümle o kadar içime sindi ki "duygusal başlık" olarak eklemek istedim.


Dr. Şivan

Köyümüz Cıvrak'ın en büyük değerlerinden Sait Kırmızıtoprak'ın ölüm günü bugün, 26 Kasım 1971. Kendisi ile ilgili pek çok bilgi paylaşılmış, eski fotoğrafları yayınlanmış. Ben de kendi bildiğim bir anısını yazmak istedim.

Sait Kırmızıtoprak hapisteyken kendisini sık sık ziyaret eden köylülerinden birisi, anneannem Elif Ana'ymış. İkili arasındaki sohbetlerden birinde Kırmızıtoprak anneanneme "vasiyetini" açıklamış. Demiş ki:
"Ne olursa olsun evlerimizde anadilimizi konuşun, dilimizi gençlerimize unutturmayın!"

Bu vasiyeti bugüne kadar yerine getirebildiğimizi sanmıyorum. Boynumuza bir yük değil; ancak başımıza taç olabilir... Lütfen unutmayalım



24 Kasım 2020 Salı

Senem Arın ile röportaj: “Ustan nerede?” – Ceren Ataş

 Senem Arın ile röportaj: “Ustan nerede?” – Ceren Ataş


Dersim’de bağlama yapım atölyesi kuran Senem Arın ile deneyimlerini paylaşması, kadın ve inanç bağlamında müziğe bakışını dinlemek üzere görüştük. 25 yaşındaki Senem, korona virüs sürecinde Dersim’de atölyesini açtı ve büyük bir mücadele veriyor.

Arın müziğin Dersim kültüründe yalnız mutlu zamanlarda değil, cenazelerde de söylendiğini ve ağıt kültürünün olduğunu aktarıyor. Dolayısıyla Arın’ın doğduğu topraklarda müzik, insanların her alanında, her duygusunda vardı. Müziğe ilk şu an üretimini yaptığı bağlama ile başlayan Arın, “Gözümüzün önündeki ilk çalgı aleti bağlamaydı. Diğer enstrümanları sonradan tanıdım.” dedi ve ekledi “Bağlamayı görüp duyduğumuz yerlerden biri de Cemler. Çocukluğumda cemler evlerde, ocaklarda yapılırdı. Bağlama da odak noktamız olurdu o ortamda. Dolayısıyla bağlama zaten bizim inancımızın ve kültürümüzün temel taşı.” diyerek Alevi inancında bağlamanın ve bu bağlamda müziğin rolünü aktardı.

Bağlama öğrendiği ilk zamanlarda cinsiyetçi tutumlarla karşılaşan Arın, “Amacım bu cinsiyetçi algıyı yıkmaktı, umarım başarabilmişimdir. Çünkü bizim inancımızda hepimiz Can’ız. Kadın-erkek ayırmamalıyız.” dedi.


“Bağlama yapımına başlama kararım üniversitenin ilk yılında oluştu. Daha önce de lise döneminde ders aldığım hocamdan duymuştum; ama somut olarak görmeyince oturmuyordu insanın aklında. Adıyaman’da konservatuvar okurken tanıştığım bir ustadan etkilendim. Sonrasında işi en iyi öğrenebileceğimi düşündüğüm yere, okuluna hazırlandım.” diyerek bağlama yapım sürecine nasıl girdiğini özetleyen Arın, aynı zamanda Alevi deyişleri konusunda iyi bir dinleyici olduğunu da ekledi.

Dersim’de bağlama yapım atölyesi açma sürecinin zor geçtiğini belirten Arın, “Hâlâ tam anlamıyla oturmuş değil aslında atölye. Kolay olan hiçbir şey kıymetli olmuyor. Okulu bitirdikten sonra kısa bir süre İstanbul’da çalıştım. Pandemi nedeni ile Dersim’e döndüm. Buraya dönüp atölye açma fikri hep aklımdaydı. Maddi olarak ilk aşamada yeterli değildim tabii ki. Bu süreçte Dersim Belediyesi’nin desteğini hissetmek mutluluk verici. Belediyenin desteğiyle atölyeyi kurduk kendi çalışmalarımın yanı sıra Belediye bünyesinde Çalgı Yapımı Bölümleri hazırlık kursları vermeye devam ediyorum.” dedi. Bu aşamada kadın dayanışması sağlayacağı bir platformda henüz bulunmadığını belirtirken “Kadın dayanışması tabi ki önemli ama yaşadığımız topraklarda erkekler de destekçimiz. Bu da önemli.” diye ekledi.


Arın için “ilk kadın bağlama yapıcısı” dendiğini gördüm ve kendisine sordum Senem, ilk bağlama yapan kadın sen misin diye. Kendi çevresinden, bildiklerinden, bağlama yapımına başlayan çok kadın olduğunu duyduğunu belirtti. Ancak bağlama yapımının çok sabır gerektiren, zor ve emek isteyen bir iş olması nedeniyle devamlılığı sağlanmamış olabilir yorumunda bulundu. Arın şunu da ekledi: “Gerçekten isteyen için yapılamayacak iş değil. Bağlama yapmak ve çalmak ayrı ayrı ustalık, emek ve devamlılık isteyen işler. Emek bu işin özü.”

Arın’ın genç bir kadın olarak açtığı atölyesine gelenlerden durumu yadırgayan veya şaşıran olduğunu da öğreniyoruz. Atölyeye gelince “Ustan nerede?” diye soranların olduğunu; ancak zamanla insanların bu genç kadının varlığına alıştıklarını ve hatta sonradan gelişen tanışıklığın mutluluk verdiğini, şu an çok güzel tepkiler aldığını söyledi.

16 Kasım 2020


5 Kasım 2020 Perşembe

Yoldaşım Gülfer: Başı dik, yüzünde bir gülümseme

 

Yüksek lisansa başladığım dönemde Türkiye’de azınlıkları özellikle kadın merkezli inceliyordum. Bu süreçte arkadaşım Betül Celep, Gülfer Akkaya isminde bir yazar olduğunu ve Alevi kadınlar hakkında bir kitap çalışması yaptığından bahsetti. Mutlaka okumalısın diye önermesi üzerine Sır İçinde Sır Olanlar-Alevi Kadınlar kitabını aldım ve okudum. Bu kitap, benim 23 senelik Alevi geçmişimde inandığımın tam aksini söylüyordu: Alevi toplumunda kadın erkek eşitliği yoktu!

Sır İçinde Sır Olanlar-Alevi Kadınlar kitabında Türkiye’deki farklı Alevi süreklerinden kadınlarla yapılan röportajlar var. Gülfer, Alevi inancının ve Alevi toplumunun erkek egemen bir yapıya bürünmeye başladığını somut örneklerle ortaya koyuyordu kitabında. Kitaptan çok etkilendim ve Gülfer’i sosyal medyada takibe aldım. Üzerinden kısa bir süre geçti ve 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Katliamı yaşandı. Gülfer, Twitter’da “yaşadığını” duyurdu… Kısa süre sonra kendisi ile iletişime geçtim ve bunun başlangıcı “geçmiş olsun” mesajım oldu.

İlk tanışma

O dönem üniversitedeki çalışma alanım sebebiyle İstanbul’daki bazı cemevlerinde faaliyet yürütüyordum. Mart 2016 tarihinde bulunduğum cemevinde kadınlar günü etkinliğinde bir panel düzenledim ve panelist olarak Gülfer Akkaya’yı davet ettim. O gün Gülfer yüz yüze gelerek ilk tanıştığımız gündü. İlk karşılaştığımızda gülümseyerek yanıma geldi, sımsıkı sarıldı ve sohbete başladık. O gün bugündür sohbet ediyoruz! Gülfer çok neşelidir, yerinde espriler yapar, hayatın gülmeye değer yerlerini asla kaçırmaz ve hattâ bazen öfkeleneceğimiz konuları alır alt üst eder yine gülünecek bir yer çıkarır ortaya! Hem söylenir hem kahkaha atar…

O gün de bu pozitif enerjisi ile cemevine geldi, kadınlarla konuştu. O gün olumsuz anlamda çok olay yaşandı; çünkü cemevlerine misafir ettikleri kadın paneliste söylemlerinden ötürü tacizde bulundular. Çünkü Gülfer Alevi inancının teolojisinde kadın erkek eşitliğini tüm verileri ile aktardıktan sonra Alevi toplumundaki erkek egemen yapıyı hiç yumuşatmadan anlattı. Bu o insanlar için büyük bir yüzleşme oldu. Tüm bu süreçler içinde yanımda oturan kurumun erkek temsilcileri rahatsızlıklarını küçük tepkilerle belli ederken bir yerde rezalet yaşandı…

Gülfer “Alevi toplumu kadına yönelik şiddet konusunda ne zaman yüzleşme yaşayacak. Söyleyince bizde kadına şiddet yok diyorsunuz, siz dövmüyorsanız bu kadınları kim dövüyor. Alevi erkekler kadınları dövüyor!” dedi ve o an ben en önde oturuyordum, salondaki kadınlardan “Evet!” diye bağıranlar oldu. Kadınlar bir anda kendi aralarında bunu konuşmaya ve Gülfer’e “helal olsun” gibi destekleyici tepkiler vermeye başladılar. Bu belki otuz saniyelik bir andı.

Kurum dedesi panelistin olduğu sahneye çıktı, maalesef çok talihsiz bir konuşma yaptı. Bir de Gülfer’in “Kadın arkadaşlarım durmayın, çalışın. Kendi geliriniz olsun. Bir erkeğin eline bakmayın” cümlesi üzerine “Sen ne demek istiyorsun, birden fazla adamla mı evlensinler” gibi saçma sapan bir karalama lafı doladılar dillerine.

Tüm bu çirkinlikler yaşanırken gözlerimi Gülfer’e çevirdim, başı dikti ve sözünün arkasındaydı. Yaşananları izledi, yerinde cevaplarını verdi, lafını esirgemedi ve kişiler sustuktan sonra bu yaptıklarının ne kadar saygısız olduğunu belirtip yoluna devam etti.

Sahneyi basıp Alevilikte kadına dair bir şiir okuyan Dedeye dönüp “Siz de çok güzel şiir okuyorsunuz ama hiçbir şey o şiirdeki gibi değil!” dedi. Bu andan itibaren salonu tek bir kadın bile terk etmedi, son ana kadar Gülfer’in oradan çıkmasını beklediler adeta koruma içgüdüsüyle.

Kurumda çalışan kadınlar ise direkt olarak bir tepki veremediler; ama Gülfer’e sarılıp kulağına “Çok iyi konuştunuz sağ olun” dediklerini duydum. Bu ilk olayımızda ancak son olmadı. Gülfer hep mücadele verdi, hala da veriyor! Mücadele esnasındaki inadına, inancına hayran bırakıyor herkesi.

Koçgiri kadını

Koçgiri kadınıdır! Onunla Koçgiri Katliamını, Alişer Efendi ve Zarife Xatun’u araştırdığımız/ okuduğumuz dönemde “Zarife’ye iyi bak” demişti. Çünkü Alişer ile Zarife’yi öldürmeye gelenler dahil herkes Zarife’nin ne kadar akıllı ve cengaver bir kadın olduğunu biliyordu. Kadınlarla konuşmuş, kadınları örgütlemişti, öldürüldüğü an dahi mücadele etmişti o. Bu yüzden Gülfer’in ona hayranlığı vardı ve her zaman olduğu gibi “erkek dili ve zihniyeti” ile yazılan tarihin içinden kadını, Zarife’yi çekip almıştı. Bana da hayatımda bu bakış açısını kazandıran Gülfer oldu…

Yol Kadındır

Yol Kadındır kitabını çıkarttığı dönemde artık 17+ Alevi Kadınlar oluşumda beraber çalışma yürütüyorduk, ben Londra’daydım ancak beraber okumalar yapıyorduk ve hiç durmuyorduk. Aslında, Gülfer hiç durmuyordu. Alevi teolojisine ve tarihine kadıncıl bir bakış ile inceleme yaptığı Yol Kadındır kitabı bana sorarsanız Alevilik adına yazılmış en iyi araştırma kitabıdır. Özellikle devriyeyi anlattığı kısım üzerine Londra’da Alevi Dedeleri ile saatlerce sohbet etmiş, tartışma yapmıştık. Sonrasında “Alevi Kadınlar Vardık, Varız, Var Olacağız” kitabını çıkarttı. Bir kitap üzerine çalıştığını biliyordum; ancak onun hızına yetişmek ne mümkün! Alevi kadınlara bir diğer hediyesini bırakmış oldu. Sonra yine yeni işler yapmayı düşündüğünü söyledi ve bugüne kadar hiç yapılmamış bir iş daha yaptı: Kadıncık Ana’yı kadıncıl bir şekilde ele aldı!

Kadıncık Ana’nın izinde

O süreçte Gülfer ile beraber Nevşehir Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hace Bektaş Dergahına ve Kadıncık Ana evine gittik. Oradaki pek çok tarihsel yeri gezdik. Aslında Gülfer en başından beri Hırka Dağı’na, Hace Bektaş’ın konduğu dağa gitmek istediğini söylüyordu; ancak ben Hırka Dağı’nın yerini yanlış bildiğim için bunu yapamadık.

Yine de pek çok yeri gezdik, sohbet ettik. Kadıncık Ana evinin her köşesini inceledik. Bu ziyaretin de sonrasında Yol Kurucusu Kadıncık Ana kitabını çıkarttı. Alevi tarihine, Anadolu tarihine, kadın tarihine bırakılmış muhteşem bir hediye…

Burada anlattığımdan çok daha fazlası var Gülfer ile aramda. Kendisini bana kattıklarından ötürü hoca olarak benimsediğimde bana “Biz dayanışıyoruz, sen benden öğreniyorsun ben de senden öğreniyorum. Hocalık yok, yoldaşlık var!” demişti. Bilgisini, emeğini bu kadar severek ve göze sokmadan yapar, tecrübesini kimseden esirgemez. Eminim ki özgür kaldığı andan itibaren yine gülümseyecek, filmler izleyecek, şarkılar dinleyecek, şarap içecek, spor yapacak, dans edecek ve inanın hemen yazmaya başlayacak! Zaten onun kafasında şimdiden en az 5 proje vardır… Gel Gülfer, seni bekliyoruz!

30 Eylül 2020