7 Aralık 2022 Çarşamba

Elif Ana Filmi: Sahnede Yine Erkekler ve Tutmayan Maya - Ceren Ataş


5 Aralık günü Maraş’ta yaşamış ve yakın zaman evliya, erenlerinden olan Elif Ana’nın, yine kendi adıyla çekilen filminin galasına gittik. Elif Ana, tahminen 1903 tarihinde doğmuş ve küçük yaşlarından itibaren kerametler göstererek bölgede tanınmıştır. Elif Ana’nın annesinin ocak soyundan geldiği söylenir, yani Alevilik açısından inanç önderliği yapabilecek sınıftandır (Ana-Dede). Adı Selver’dir ve Elif Ana daha çocuk yaşta iken ölür. Yarı tarafından ocak soyundan gelen Elif, sanıyorum o gün koşullarında da bugünden bakıldığında da tam “Pir soyundan gelen” muamelesi görmez; çünkü babanın “dede” olması “toplum açısından” daha mühimdir(!) Buna rağmen bölgede ve bugün genelde tüm Alevilerde “Ana” olarak kabul görmüştür. Bu Aleviliğin hiyerarşik yapısının dışında, inançsal olarak bir kadının kendini ocak etme sürecidir, Elif Ana bir ocaktır.

Diğer yandan ocak soyundan gelmeyen eşi ve çocukları, Elif Ana üzerinden tanımlanarak “Ana” ve “Baba” kavramları ile anılırlar. Tüm bunlar Alevi inancında kadının belli bir noktada anılması için veya inanç önderi olabilmesi için var olduğu iddia edilen tüm sınırları aşabildiğinin güzel bir örneğidir. Elif Ana hayvanlarla, bitkilerle ilişkide, onlarla konuşarak, geleceği söyleyerek önce kendi köyünde sonra da daha geniş kitlelerde adını duyurmuş, kimi zaman Xızır zannedilmiş günümüz erenidir.  

Bugün Türkiye’de belli dönemlerde ziyaret edilen ve inançsal faaliyetler yürütülen Nevşehir’de Hace Bektaş, Antalya’da Abdal Musa gibi erkek erenlerin yanında Elif Ana da vardır ve diğerlerinden farklı olarak kendisinin yaşadığına şahitlik eden büyük bir topluluk mevcuttur. Dolayısıyla anlatısı diridir. Tüm bunları göz önüne aldığımızda Elif Ana için çekilecek bir filmin olması beni oldukça heyecanlandırmıştı.

Cinsiyetçilik Tesadüf Değildir

Elif Ana filminin Kazım Öz tarafından çekileceğine dair bilgiyi aldığımda, filmin Instagram hesabından paylaşılan içerikleri incelemek istedim. Burada ilk gözüme çarpan Sermiyan Midyat oldu ve bir an dona kaldım. Midyat, bir kadına şiddet uygulaması dolayısıyla hakkında dava açılmış biriydi ve mahkeme sonucu ne olursa olsun “şiddet” vardı. Bu konu kamuoyunda epey tepki çekmişti, basına yansımıştı. Elif Ana hayatı boyunca şiddete karşı çıkmış bir kadındı, hep sevgiyi ve iyiliği öğütlemişti. Kendi oğluna silah kullanmamasını, kimseyi incitmemesini vasiyet etmişti! Şimdi onun hayatını anlatan bir filmde, kadına yönelik şiddet meselesi ile gündeme gelen biri rol alacaktı öyle mi? Korkunç bir durum bu.

Ama bitmiyor… Galada sahneye yapımcılar, senaristler, yönetmenler çıktı tek tek. Hepsi erkek. Erkekler toplanmışlar ve bir kadını anlatıyorlar. Kadın anlatımının, kadın bakışının filmde olamayacağını o an anlamıştık. Hele de sahnede adı basında şiddetle anılan bir kişi varken… 

Filmin içeriğinde bazı cinsiyetçi küfürlerin olmasını (evet az da olsa var ve önemli!) ve tüm bu yazdıklarımı toparlarsak: cinsiyetçilik tesadüf değildir. Bir yerde, küçük diye küçümserseniz, her yerde çoğalır. Cinsiyetçilik, Elif Ana gibi bir kadının anlatısında, kadın hikayesinde olmaması gerektiği gibi üstüne bir de yadırganmalıydı.

Filmin ilk sahnelerinden birinde, gözlerinde görme sorunu olan Elif Ana, oğlu Mamo ile bir vekilin evinde kalıyor. Vekil sabah uyanınca karısından iki tane kahve yapmasını istiyor. Kahveyi kadına yaptırıyor ve iki kahveyi kendisi ile Elif Ana’nın oğlu Mamo’ya istiyor. Sonra Elif Ana’ya dönüp “Sen bir şey ister misin Elif Ana” diyor. Kadın, Ana da olsa, muhatap erkektir diyor bu sahne. 

Alevi’ye Alevi Lisanı Gerek

Bir de bu sahneye bir not düşmek istiyorum, bu vekil Elif Ana’ya oruçlu olduğu için “Sen seferisin” diyor. Yani, İslami bir kavram kullanıyor. Müslümanlar, oruçlu oldukları zamana eğer yolculuk yaparlarsa oruçlarını bozabilirler. Elif Ana, bir Alevi kadın olarak “seferisin” cümlesini duyuyor. Bu Alevi terminolojisi için ciddi bir hatadır. Alevilikte seferilik gibi bir durum söz konusu değil, kaldı ki aksine Alevi orucunu yas üzerine tutar, en ağır koşullarda oruçlu kalır.

Filmde yer yer böyle küçük kavram kaymaları yaşanıyor. Elif Ana hem Kürtçe hem Türkçe konuşturulmuş mesela; ancak öyle zannediyorum ki Elif Ana’nın Türkçesi yoktur, varsa da filmdeki Elif Ana kadar yoktur. Ana daha çok Kürtçe konuşsa, daha iyi olabilirdi. Çünkü zaten filmde bundan kaçınılmamış, yarı Türkçe yarı Kürtçe ilerlemiş film. Ama ceme gelen dede Türkçe konuşuyor, halk Kürtçe konuşuyor ve birbirlerini kusursuz anlıyorlar gibi çelişkili sahneler var. 

Elif Ana

Elif’in Tılsımı Kadından

Yukarıda bahsettiğim gibi, Selver Ana, Elif’in öz annesi, o daha çocuk yaşta iken ölüyor ve küçük Elif’e analığı Gule tarafından büyütülüyor. Selver Ana, ölmeden evvel, “ölüm yoktur” diyor ve yeniden dünyaya başka bir donda geleceğini anlatıyor, kendi tılsımını Elif’e bırakıyor. Bu sahneler oldukça önemli; çünkü Aleviliğin ne olduğunu ve “ne olmadığını” vurguluyor. Alevilikte ölüm yoktur, cennet-cehennem yoktur, ahiret yoktur… İnsanın ruhu, bedenden ayrıldığı zaman, yaşadığı süreçteki iyiliğine göre başka bir canlıda yeniden yaşama gelir. Bu da “kabul gören” semavi dinlerde olmayan bir durumdur. Alevilik kendisi bir inançtır ve burada özellikle “ölüm” ya da Alevice söylersek “Hakka yürüme” ile bu anlatılır. Devriye kavramı işlenir. Selver Ana’nın cenaze erkanı görülürken tabutun üstüne bir kuş konar ve kadının ruhu ona geçer. Kuş uçar gider. Bu sahne çok değerliydi. 

Selver Ana’nın cenazesi eskilerdeki gibi, ağıtlarla, “duasız”, öz ağız ve öz dileklerle geçer. Burada tek yanlış, Aleviliğin İslam olmadığını vurguladıktan sonra Selver Ana’nın tabutunun üzerinde Arapça dualar yazan yeşil örtü sarılmasıdır. Ben hiç sanmıyorum ki o zamanlarda Alevi köylerinde bu yeşil örtü olsun da tabutlara sarılsın… Evet günümüzde Cemevlerinde bu örtü var; çünkü devletle temas var; ama o günün Maraş’ında bu temas yoktu.

Tam buradan hareketle yine Aleviliğin İslam olmadığı bir sahneye geçiliyor ve Selver Ana’nın Hakka yürüyüşünden kırk gün sonrasında Dardan İndirme Cemi yapılıyor. Bu cem, biri Hakka yürüdüğü zaman, onun arkasında kalan eşi, annesi-babası, çocukları, musahibi, artık kimi varsa, ondan rızalık alma ve rızalık verme cemidir. Çünkü can artık başka bir candadır ve bir önceki yaşamındaki tüm hesaplarını kapatması, rıza ile yeni bir yaşama başlaması gerekmektedir. Bu dardan indirme Ceminde, Dede var ancak Dede’nin yanında Ana yok… Çok ezber bir savunma ile Alevi erkekler “O zamanlar kadınlar ata binip köy köy gezmiyorlardı” demesinler yine, bu filmde bile Elif Ana ata binip kendisini görmek isteyenlere gidiyor, köy köy geziyor!

Burada şunları da vurgulamak lazım, cenazede, düğünde, cemde, darda, her yerde kadın erkek birlikteliği var ve kadınların başları açık. Evet yöresel olarak başlarında adını bilmediğim bir örtü var, ancak bu bir kültürdü. 

Bir Filmde Birden Çok İşaret

Elif Ana’nın hayatını anlatırken onun yaşadığı dönemde olan pek çok konuya da değinmişler diyebiliriz. Önce Osmanlı zamanı, Ermeni Tertelesi, sonra Mustafa Kemal’in küçük bir sahnesi ile “Cumhuriyet geldi” mesajı, sonra Dersim Tertelesi (kara vagonda küçük kız çocukları) ve sonra en sonunda da Maraş Katliamı. Evet Elif Ana kendi hayatında Maraş Katliamını görüp kız kardeşinin burada öleceğini söylemiş biri ve kendisi de Maraş bölgesinden olduğu için bu nokta özellikle anlatılmalıydı. Ancak filmde bir kurgu olmadığı için zamansal olarak bu işaretler çok havada kalmıştı. Konuların hiçbiri, Maraş Katliamı dahil, ne olduğunu, kime yapıldığını, kim tarafından yapıldığını aktarmadan, sembolik sahnelerle geçip gidiyor öyle. 

Bir de gala seyircisinden bahsetmek istiyorum bu noktada, iki saniye Mustafa Kemal görüntüsünü alkışlayan seyirciler, Sinan Cemgil sahnesini de alkışladılar. Bu da film ne mesaj verdi, insanlar ne anladı sorusunu akla getirdi. Çünkü çok ilginç insanların bu denli ideolojiden uzak olması. Örneğin; hem 29 Ekim’i hem Dersim 38’i beraber anmak müthiş bir bilinçsizlik. Bu sahnelerde seyircinin yaşattığı da aynı vaziyette hissettirdi. 

Maraş Bir Alevi Katliamıdır!

Bahsettiğim gibi, filmde pek çok meseleye küçük küçük değinilmiş; ancak Maraş katliamı daha geniş yer almış, ki öyle olmalıydı. Ancak burada katliamı anlatırken sürecin içinde, Maraş’ta Aleviler öldürülürken “Maraş Kürtlere mezar olacak” diye slogan atan saldırganlar var. Ben öyle zannediyorum ki, bu sahne filmin politik mesaj verme kaygısıydı. Gerçekte, katliam yaşanırken bu sloganın atıldığını şahitlerinden ne duydum ne gördüm. Ben kendim de Maraşlı Alevilerle ile çalışma yapmış birisi olarak söylüyorum: Maraş bir Alevi katliamıydı. Orada Türkmen Aleviler de Kürt Aleviler de öldürüldü. Ancak filmde bunun farklı bir noktaya çekilmek istenmesi hem rahatsız edici, hem de gerçeği bükücü. Yanlış. Filmin içinde komşusuna saklanan bir genç kızdan eğer Alevi değilse şahadet getirmesi isteniyor, yani şehadet getirebilirse Alevi değildir ve canı bağışlanacaktır. Demek ki Alevilere yönelik olduğunu vurguluyorsunuz? Bu çelişki de filmin içinde var! Yanıltmaya çalışmışlar; ama olmamış, olmaz, o maya tutmaz.

Bir de, Maraş Katliamı döneminde iktidarda CHP ve Ecevit var. Katliam günler sürüyor, resmi rakamlardan çok daha fazla ölüm var ve zarar yaşanıyor; ancak bir filmde buna yönelik hiçbir eleştiri yok. Bu da ciddi bir eksik olarak karşımızda duruyor.

Elif’i Durduralım!

Elif Ana, çocukluğundan genç kızlığına, hep dağlarda ovalarda geziyor. Bir gidiyor, günlerce geri gelmiyor. Babası o geri geldiğinde ona sadece endişesini aktarıyor. Onu kısıtlamaya yönelik, eve kapatmak gibi bir girişim hiç olmuyor. Ancak yine bir gün genç kız dağlarda üç gün ortadan kaybolunca Dede’ler toplanıyor ve “Elif artık genç kız oldu, dağlarda gezmemeli, evlendirelim” diyorlar. Yine aynı Dedeler, bu evlilik için gençlere rızalarını soruyorlar. Evlendirerek Elif’in özgürlüğünü elinden almaya yöneliyorlar; ancak Elif, eşi olacak Ali’ye daha en başında dağlarda gezeceğini, onun da kendisine yoldaşlık edeceğini söylüyor, aksi halde evlenmeyecekler! Rızalık üstüne kurulu bir evlilik böyle gerçekleşiyor.

Filmin Anlattıkları 

Filmin Aleviliğe dair güzel mesajları vardı. Kadınların erkeklerle beraber hayatın her alanında var olması, kadının söz hakkının olması, beraber ibadet de edilmesi rakı da içilmesi… Bu birliktelik çok güzel işlenmişti. Elif Ana’nın evli çiftlere, eşlere “yoldaş” demesi de bence çok hoştu. Karı-koca değil, yoldaş… Aslında film hem bu yönüyle güzel mesajlar içeriyordu hem de Aleviliğin “ne olmadığını” da anlatıyordu. Alevilik, kendisi bir inançtır ve görebilene Elif Ana’nın hayatı bunun iyi bir örneğidir. 

Yukarıda eleştirdiğim noktalar ise, Alevilik ve kadın meselelerini işleyecek tüm arkadaşların ciddiye alması gereken meselelerdir. Özellikle, partnerine şiddet uyguladığı iddiası ile basına yansımış birinin Elif Ana’nın hayatını anlatan bir filmde yeri yoktu. Meseleye buradan başlamak gerekiyor.

 


9 Kasım 2022 Çarşamba

Alevisiz Alevilik

 

Alevisiz Alevilik

    Ceren Ataş



8 Kasım günü, TBMM genel kurulunda Vergi Usul Kanını ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi görüşüldü. Bu teklife göre, Cemevlerinin aydınlatma giderleri Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından karşılanacak. Belediye ve il özel idareleri Cemevlerinin yapım, bakım ve onarımını gerçekleştirebilecekler. Ayrıca Cemevlerine indirimli veya ücretsiz içme ve kullanma suyu sağlanacak. Dolayısıyla Cemevleri Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlanacak, Cemevi başına bir kayyum atanacak ve ileride bir ihtimal Diyanet’e bağlı Cemevleri yapılacak.

Dün (8 Kasım) pek çok Alevi kurumu ve halktan kesim, Meclise yürüyerek bu yasayı Aleviliğe müdahale olarak gördü ve buna tepki gösterdi. Bu çok haklı bir tepkiydi. Aleviler en başından beri diyemeyeceğimiz, evveli olmayan, başlangıç günü olmayan bir inancın kadim halkıdırlar. Bu halkı, bu inancı, belli bir tarihte kurulmuş gibi gösterip, oradan bir dine bağlayarak Aleviliğin kendi iç dinamiklerine müdahale etmek asimilasyon çabasıdır. Daha cem ibadetine, ibadet diyemeyen, Cemevlerini kültür merkezi olarak gören egemen zihniyetin Alevilere bir faydası olmadı, olmayacaktır. Bu yasa teklifi devletin Alevilere yönelik inkar ve asimilasyon politikalarında geldiği aşamayı göstermesi açısından fikir verici.

Dün demokratik protesto hakkını kullanan Alevilere polis şiddet uyguladı. Yaralanan, hastanelik olan Aleviler oldu. Her türlü şiddete rağmen yüzyıllardır Aleviler eşitlik ve adalet taleplerini dile getiriyorlar. Yeri geldi idam edildiler, yeri geldi yakıldılar, katledildiler, yeri geldi tutuklandılar ancak Aleviliğin kendisi gibi Alevilerin de adalet talebi hiç durmadı, hiç susmadı. Kanunlar sokakla değişir, demokrasi sokakta kazanılır. Demokrasi sadece seçme-seçilme hakkı değildir, sayısal çokluğun sağlanması demokrasi değildir!

Alevilerin tüm itirazlarına rağmen gece ansızın geçirildi torba yasa. Bu yasa meşru değildir ve Aleviler de bu yasayı tanımayacaklardır. Alevilerin inancı da inanç mekanları da bellidir.

Alevi toplumunun inanç merkezlerine yüzyıllar önce Nakşibendi Şeyhleri atayarak Alevilik inancını değiştirmek, içinde eritmek isteyenler, “katli vacip” diye fetvalar yazdıranlar gördüler ki Alevilik bu şekilde değişmiyor. Aleviler ölse de değişmiyorlar… Dün de görüldü ki Aleviler diyor ki “İnancımızı bizden başka kimse tanımlayamaz.” Ancak Nakşi Şeyhleri gibi, yarın bir gün Cemevlerine kayyumlar atamaya çalışabilirler. Yeni cemevleri inşa edecekler ki buna çoktan başladılar. Ki başka bir perspektiften, gerçekçi olmak gerekirse, bugün iktidar kontrolünde olmayan Cemevi yok. O zaman biraz da aynayı Alevilere tutalım:

 

Ali candır Ali canan
Ali dindir Ali iman
Ali rahim Ali rahman
Ali göründü gözüme

Hilmi Dedebaba

Ayna tuttum yüzüme; ama bu sefer Ali orada yoktu

Aynayı yüzüne tuttuğunda Ali’yi gören Aleviler, bu meselede artık kendilerini, kendi hatalarını görmeliler. Cemevi Cemevi dolaşan egemenlerin, diyanet başkanlarının, mollaların Alevilerden bu kadar yüz bulmasının bir nedeni de Alevilerdir…

Daha Allah ile cihan yok iken
Biz ani var edip ilan eyledik
Hakk’a hiçbir layık mekân yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Harabi

Alevi toplumunun bir kısmı yüzyıllardır Aleviliği İslam coğrafyasında yaşanan Kerbela katliamına bağlayarak tanımladı. Kerbela’da Alevilik doğdu gibi yorumladı ve kaynağını her dönem devletiyle bu şekilde oluşturdu. Devlet tarihçiliğine itiraz etmedi. “Biz de sizdeniz” diyerek kendi özgün tarihini yok saydı. Bunun elbette tek sebebi riyakarlık değildi; Alevi toplumu bir yandan da kabul görmek istedi. Bu sebeple hatalar yaptı. Ancak bu hataların Aleviliğe dönüşü pahalı oldu.

Alevilik Edip Harabi’nin Vahdetnamesi’nde, Nesimi’nin beyitlerinde anlatıldığı gibi, binlerce örnekle çoğaltabileceğim bir varoluş anlatısına dayanır. Bu varoluş felsefesine göre Aleviliğin evveli yoktur. Doğmamış bir inançtır bu. Zamanın ötesindedir. Kökleri dünyaya ve alemlere kazınmıştır, süreği daimdir. Dolayısıyla öncelikle yapılması gereken birinci mesele, Aleviliğe bir başlangıç tarihi belirtmekten vazgeçmektir. Alevilik gibi kadim bir inanç daraltılırsa anlatısı, felsefesi, teolojisi yok edilir. Ve eğer bu yok edilir de Aleviler kendini İslam’ın dört halife dönemine bağlarlarsa, egemenler de bugün Alevilere “Öyle mi, sen mezhep misin, sen kültür müsün, o zaman haydi gir şu torbaya” der!

Cihan var olmadan ketm-i âdem’de
Hakk ile birlikte yektaş idim ben”

Şiirî

Alevilik bir doğa inancıdır. Doğa kutsaldır, insan bazen kutsalını bir dağda, nehirde, bazen güneşte görür. Alevi hayvan katletmemeli, avlanmamalı, kurban kesmemelidir. Alevi yere çöp bile atmamalıdır! Toprak, yeryüzündeki her yer, “harde dewres”tir. Kutsaldır, derviş toprağıdır. Pir ayağının değmediği bir zerre yoktur. Dolayısıyla Aleviler öncelikle binacılık/ kurumculuk anlayışından vazgeçmelidirler. Yukarıda da değindiğim gibi, bugün egemenlerin kontrol etmediği Cemevi yoktur. Bundan 100 sene, 200 sene evvel hiçbir Cemevi yokken Aleviler ibadethanesiz miydi? Hayır, tüm yer gök Alevilerin ibadethanesiydi. İbadet sınırsızdı, kuralsızdı. Ancak bugün maalesef Cemevlerinde durum böyle değil. Şehirleşme ile mecburi şekilde oluşan ve fayda sağlayacağı düşünülen Cemevlerinde, sanki Cemevi olmazsa Alevilik yok olurmuş gibi bir anlayış mevcut. Aleviler, kendi kimliklerini resmi olarak tanıtmak için Cemevlerini istiyorlar. Bugün Cemevleri Aleviliğin sınırsızlığını dört duvara hapsetme zihniyetindeler. Takım elbise giyinme zorunluluğu olan gençler mi dersiniz, kadın girişi ve erkek girişi olarak ayrılan kapılar mı dersiniz, kadın erkek beraber oturtulmayan cem meydanları mı dersiniz, kadınlara zorla başörtüsü taktıran dedeler mi dersiniz, Alevileri katli vacip gören ve bunu resmen açıklayan milletvekillerinin kırmızı halıyla karşılanması mı dersiniz… Listemiz çok uzun!

Kûn deyince var eyledi on sekiz bin âlemi
Hem yazandır hem bozandır levh-i mahfûz kalemi
Dertlilerin dermanıdır yarelinin merhemi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali
Sefil Ali

Bugün Cemevlerinde yapılan cenaze erkanlarında Dedeler, İslam’ın namaz erkanını Türkçe okuyarak yapıyorlar. Yani Cemevlerinde cenaze namazı kıldırıyorlar! Yalnız dualar Türkçe olduğu için bunu o cenazeye gelen Sünniler hariç kimse anlamıyor… Çok cenaze vardır ki Cemevinden kalkarken, komşuların gelip “Siz de namaz kılıyormuşsunuz, biz de camide aynısını yapıyoruz!” demiştirler. Aynı olmak neden bu kadar değerli? Mesele aynı olmak değil, farklı olup bir arada yaşamak. Dedeler Alevilere namaz kıldırmak yerine Analarla beraber gerçek cemler yapsınlar… Analara koltuk kaptırmamak için erkekleşmek, dincileşmek yerine inançlarının aslını yaşasınlar ve yaşatsınlar. Cemevleri el’den takdir görse nedir, görmese nedir…

Kamû Hak ile vuslat oldı
İrüşdi birlik ikilik mat oldı
Şeyâtîn kalmadı gitti aradan
Yaradılmışda bulundı Yaradan

Kaygusuz Abdal

Alevilerin Kapısı Herkese Açılmaz, Dergahına Eğri Odun Girmez

Alevi mekanlarına eğri odun girmez anlayışı vardır. Alevi de olsa, düşkün olan düşkündür ve uzak edilir. Ancak Cemevlerinin kapısından girmeyen yok… Herkesi karşılamak, mihman etmek, yüzüne gülmek Alevilikmiş gibi anlatılıyor. Alevilik tokat atana öteki yanağını uzatmak değildir. Öyle olsaydı Babailer, Pir Sultanlar, Zarifeler, Sey Rızalar niye direndiler? Öyle olsaydı Alevilik kalır mıydı?

 

Bugün bu torba yasayı çıkartmak isteyenler maalesef Alevilerden yüz buldular. Cemevi yapsınlar diye kum, çimento vererek “rızalık” aldılar kimi Alevilerden. Cemevi Cemevi gezerek, dedelerle hoşsohbetler ederek bu imkanı edindiler. Doğru. Ancak bir şey yanlış, o gezdikleri yerlerde her şeye rağmen taleplerini belirten Alevileri dinlemediler. Aleviler “Cemevleri ibadethanemizdir” dediler, bu hiç gündemlerinde olmadı.

Oysa Cemevleri kapılarını böyle açmamalılardı. Cemevi Alevi toplumunun sözcüsüdür. Sözcüsü olmalıdır. Cemevinin duvarları kutsal değildir, Alevilere her yer kutsaldır, Hakk-Xızır her yerdedir. Cemevleri kurum olarak ancak şunların destekleyicisi olabilirler:

Mürşitlerin pir yetiştirmesi,
Pirlerin taliplerine gitmesi
Taliplerin hem Aleviliği öğrenmesi hem ibadet etme mekanlarının sağlanması
Ritüellerin gerçekleşmesi
Alevi taleplerinin kayda alınması ve dillendirilmesi
Alevi erkanına uygun cenaze erkanlarının düzenlenmesi

Ve bunların hepsi “Alevilerin iç meselesidir”.

Zalimi Eleştirmek Kolaydır

Aleviliğin meselesi “Ali’yi sevmek” değildir. O yüzden her Ali’yi seven de Alevi değildir. AKP, Aleviliği bir inanç olarak görmüyor; ancak önemli olan Alevilerin kendi inanç merkezlerini bilmesidir. Aleviler bağımsız Cemevleri kurmalıdırlar, Cemevleri ibadethane statüsü aldığı gün dahi özellikle bu bağımsızlık meselesi en önemli mesele olarak önümüzde duracaktır.

Yok iken Adem’le Havva âlemde
Hak ile Hak idik sırr-ı müphemde
Bir gececik mihmân kaldık Meryem’de
Hz. İsa’nın öz babasıyız

Harabi

Cemevleri Alevilerin sözcüsü olmalıdır. Eğer torba yasalara itiraz edilmezse, bugün örneğin Düzgün Bava’nın kutsal dağını delip oraya Cemevi yapanlar, Xızır’ın evini yıkanlar, kutsal kadın ziyaretlerin adını ve hikayelerini erkekleştirenler daha da çoğalacaklar. Alevilerin derdi, Cemevi Cemevi gezip torba yasayı çıkartanların zannettiği gibi “elektrik faturası” derdi değildir; Alevilerin asıl meselesi kimliksizliktir, ideolojisizliktir. Önce kendi kimliğini tanımalı, önce kendi kutsalını korumalı ki torba edilmemeli Aleviler.

Rızasız Lokmanın Güncel Adı: Dedelere Maaş

Öncelikle, Alevilikte kadın üzerine akademik çalışma yapan biri olarak “dedelere maaş” kısmı ile ilgili bir başka yerden konuşmak istiyorum. Türkiye toplumları, Alevilerin inanç önderlerini dedeler olarak biliyorlar. Halbuki bu dede meselesi oldukça günceldir. Alevi toplumunda inanç önderleri kadın ve erkekten oluşur. Eskiden Ana, Analık, Anabacı, Bava, Baba, Pir, Rayber-rehber, kılavuz vs. gibi adlandırılan inanç önderlerinin hepsi silindi, geriye bir tek dede kaldı. Bu da Cemevlerinin marifeti…

Kitabımız da kîl var
Dağlar kadar görünür
Biz bir âyet okuruz
Bir Kur’an’a benzemez

Kul Nesimi

Maaş meselesine gelince, bu kadar yüzyıldır hiçbir pir aç açıkta kalmamıştır. Eğer pir aç kalmışsa, bu demektir ki talip de açtır. Demek istiyorum ki halk ile pirin durumu birdi, aynıydı. Kaldı ki varlık ortamında aç kalan pirler, pirlik makamının nefesten uzaklaşma evresinde, kamillerdir. Başköylü Hasan Efendi, 15 sene çok az beslenerek (pek çok ürünü yememiştir), az uyuyarak, çok çalışarak hayatını sürdürmüştür örneğin. Baba İlyas çok az yiyen, oldukça zayıf biriymiş.

Demek istiyorum ki Alevilerin derdi para maaş değildir, olmamalıdır! Hatta burada dedelerin nefisleri ile yüzleşmesi bizzat önemli. İnancımızı tanımayanları tanımıyoruz deyip “keramet gösterip” maaş istemeyiz diye açıklamalar yapsınlar. İnançlarına sahip çıksınlar.

 

Alevi toplumu, kendi pirlerine bazı ritüeller sonrasında hakkullah-çıralık verirler. Bu besin de olabilir para da olabilir. Pirler ise bu elde ettiklerinden ihtiyacı olan kadarını alıp, geri kalanını yine ihtiyaç sahiplerine dağıtırlar. Daha doğrusu dağıtırlardı. Bugün devletten maaş dilenen dedecikleri görünce bu meseleler uzak görünüyor.

Egemenlerden maaş almak, onların ağzının içine bakmak, onların dediğini yapmak, onların “adamı olmaktır”. Ve Alevice söylemek gerekirse: Rızasız lokma yemektir. Pir, talibine hizmet eder, iktidara değil!

Pirler çalışan insanlardır. Hem kendi inançsal gelişimleri açısından hem de geçim derdi açısından. Hiç hakkullahla-çıralıkla geçinen pir var mıydı eskilerde? Onlara ağa denirdi!  Burada dedelere maaş demek, rüşvet kategorisinde bir durum ve kayyum atamaktan da farksızdır, parayı veren düdüğü çalar.

Mehmet Turan Dede’nin bu süreç için çok güzel bir sözü oldu ki ben de onu başlığa koydum: “Bunlar Alevisiz Alevilik yaratmak istiyorlar”. Gerçekten tüm bu meselelerden baktığımızda yapılmak istenen şey içinden Alevilik ve onun temel değerleri çıkartılmış bir Alevilik yaratmaktır.

Ey vaiz efendi Harabi der ki
Dinle bu nutkumu bilmezsin çünkü
Ben öyle mukaddes bir Kâbe’yim ki
Kâbe gelsin beni tavaf eylesin

Kadınla beraber diren; ama kadından söz etme!

Dünkü Ankara direnişinde Aleviler kadın erkek kol kola mücadele ettiler. İzlediğim videolarda en çok kadınların sesini duydum. Bir yaşlı kadın sürekli habercileri yönlendirip “bunu da çek, çekin tüm dünya bu zulmü görsün. Biz devletin Alevisi olmayacağız” diyordu. Kadınlar direndiler çünkü Alevisiz Aleviliğin en çok kadınları hedef aldığını biliyorlar. Ancak yapılan basın açıklamasında maalesef kadınlara yönelik bir söylem yoktu. Dedelere maaş derken, diller “Alevilikte kadın erkek eşittir, sadece dede yoktur. Biz Ana’ya da Dede’ye de maaş istemiyoruz, rüşvetiniz sizin olsun” diyemediler. Bunu da not düşeyim.

Dün, bir Dersim sürgünü Cemal Süreyya’nın adının verildiği bir parkın önünde, inancını, kimliğini, felsefesini, kültürünü, doğasını korumak için mücadele eden Aleviler vardı. Alevilik, biraz da budur.


5 Eylül 2022 Pazartesi

"Yalnız Adamlar" Bayramı



Aşıklar Bayramı filmi Netflix’te yayınlandıktan sonra iki arkadaşım beni arayarak filmde anlatılan Aleviliği nasıl bulduğumu sordular. Filme dair bilgim yoktu; ancak hem adı hem de Alevilik anlatıyor olması ilgimi çekti. En çok da Aleviliği nasıl ele aldıklarını merak ettim. Malum, bu son zamanlarda Alevilik pek bir gündemde…


Film, aşıklık geleneğini sürdüren bir adamın ölmeden önce herkesten rızalık almak için çıktığı yolculuğu anlatıyor. Bu yolculuk hem Kars’taki Aşıklar Bayramı adlı etkinliğe doğru bir yolculuk hem de esasında bir iç yolculuk. En azından bir iç yolculuk olma çabasında diyelim. Ancak aşık karakter Heves Ali, önce 25 sene evvel terk ettiği oğlu Yusuf’un yanına gidiyor. Yusuf’un annesinin (isim ve hikayesi yok) mezarında onunla vedalaştıktan sonra oğlunun kapısını çalıyor. Ancak tek kelime bir şey söylemeden Kars yoluna düşmeyi planlıyor. Yusuf, babasının cebindeki sağlık sonuçlarından onun ölmek üzere olduğunu anlayınca babasının peşine düşüyor. Baba oğul yol boyunca iletişimsizlik çekiyorlar. Daha doğrusu, Yusuf yirmi beş yıl boyunca gelmesini beklediği babasını karşısında görünce başlatmak istediği her yüzleşme çabasında duygusal patlamalar yaşıyor. Heves Ali ise tek kelime konuşmuyor. 


Film boyunca şehir şehir, köy köy gezerek Heves Ali’nin üzdüğü kadınlardan rızalık almasına şahit oluyoruz. Bir kadının mezarı başında deyiş söylüyor. Bu mezar başında bağlama çalıp deyiş söyleme geleneği Alevilikte yaygın bir gelenek elbette. Dua etmek, Hakk’a yakarmaktan daha öte bir ritüel. Ancak Heves Ali burada üzdüğü bir kadından rızalık isterken sahne çok yüzeysel kalıyor. 


Alevi Aşıkların Aşkı

Alevi aşıkların, pirlerin, budalaların aşkı anlatış ve ele alış biçimi ile Aşıklar Bayramı filmindeki Heves Ali’nin aşkı yaşayışı arasında bir uçurum var. Alevi aşıklar, sevgililerini Pirlerine, şaha benzetir, “gönül vazgeçmez senden” diye bir aşk üzerine dururlar. Bu aşk, aşık olma hali, insanın inancından bağımsız değildir. Sevgili Hakk’tır, Hakk nişanıdır, tektir, özgedir… 

“Söyle dilber suçum nedir

Seni candan sevdiğim mi

Seni Allah gibi bilip

Sana gönül verdiğim mi”

(Melûli Baba, 19. Yüzyıl, Afşin)



Alevi aşıklar, bir kadına yazdıkları beyiti bir başka kadına gidip söylemezler. Aşkı böyle tanımazlar. Heves Ali’nin filmde yaptığı en uyumsuz konu buydu belki de…


“Ey efendim bana meylin var ise

Mahabbetin benim ile yar olsun

Eğer senden gayri güzel seversem

Bülbül gibi işim ah u zar olsun”


(Gevheri, 17. Yüzyıl)


Heves Ali filmde her köyde ayrı bir güzele şarkılar söylemiş, her köyde kırık bir kalp bırakmış, sonra da hiçbir açıklama yapmadan, hesap vermeden rızalık istemeye gelmiş. Bunun Alevilikte karşılığı yok. Alevi toplumu kendi içinde bu şekilde gönül kırarak aşk yaşayan, “kadın kaçıran” ozanların hakkında beyan verirken her ne kadar eserlerini beğendiklerini söyleseler bile bu itibarlarını küçülten bir durumdur. Bilinir, söylenir ve yadırganır. Çünkü Heves Ali gibi adamlar hiç yoktur demek elbette tutarsızlık olacaktır. Söylemek istediğim bunun filmdeki gibi kabul görmediği. Muhakkak sorgulandığı. 


Sorgudan bahsetmişken filmdeki cem sahnesine geçelim.


Ceme katılanlarla ilgili olarak önemli bir kuralı belirtmek gerekir; o da cem yapıldığında küslerin, dargınların olmamasıdır. Böyle bir durum varsa önceden sorunların çözülmesi, dargınların barıştırılması gerekir. Filmde Heves Ali’nin ceme katıldığı köyde onun tarafından kalbi kırılmış bir kadın bulunmakta; Zere. Aynı zamanda yine orada hâlâ rızalık almadığı, yirmi beş yıl boyunca sorumsuz davrandığı, terk ettiği oğlu Yusuf var. Zere ile Heves Ali’nin aşkını da, Heves Ali’nin Zere’ye ihanetini de tüm köy bilmesine rağmen Heves Ali ceme girebiliyor. Ceme, rızasız kimse giremez. Pir dahi olsa. Pirin de bir sorgusu olur. Ancak burada bu noktalar atlanmış. Ya da ele alınan konuyu yeterince öğrenmemiş senarist ve filmin yönetmeni. Diğer bir nokta cem bağlanırken kadın erkek beraber bir sahne çekilmiş; ancak Ana yok. Anadolu’da, hele k böylesi kapalı, herkesin herkesi bildiği cemlerde Ana olurdu. Yine benzer şekilde, böyle “biz bize” bir cemde muhakkak dem de olurdu. Haydi dem burada önemsenmemiş veya çekinilmiş bir şey olarak kalsın (ki olmamalı), Ana’nın olmayışı ve gerekli kişilerden rızaların alınmadan cem kurulması Alevi cemleri hakkında yanlış bilgilendirmeye neden olduğu gibi, Alevilik inancına da saygısızlık oluyor. Eşini ve çocuğunu ortada bırakıp, köy köy kadın peşinde koşan bir adam Alevilikte “düşkündür”. Bırakın ceme girmeyi, filmdeki gibi cem bağlayamaz bile….


Aşıklar Bayramında Kadınlar

Filmde erkeklikten arınmış bir sinema bakışı, böyle bir nazardan işlenmiş kadın anlatısı hiç yok. Cemde kadın erkek beraber olunması, bir sahnede kadının da aşıklık etmesi yetersiz ve ağıza çalınan bir parmak pal gibi. Köyde sofranın kurulduğu sahnede hizmet edenler sadece kadınlar ve erkekler oturmuş önlerine yemek konmasını bekliyordu. O sahnede kadınlar daha ziyade “süs ” idi. Kadın erkek bir arada mı, bir arada. Cem esnasında kadınların başının açık olması güzel; ama yetersiz. Verilebilen tek mesaj “kadın erkek bir arada” olmuş, bunun altı doldurulamamış. 


Heves Ali’nin adını bilmediğimiz eşinin ikinci evliliğini yapması ve eski koca ve oğlunun bu durumu doğal karşılaması, yani kadını yargılamaması, köydeki Zere kadın ile Heves Ali’nin ilişkisinin herkes tarafından bilinmesi ise kadın mücadelesinin filme yansıdığı noktalar. Ama bu iki kadının da hikayesini bilmiyoruz yine konu “Heves Ali” olarak kalıyor.


Karakter olarak Heves Ali ne ise, onun “eksik” bıraktığı oğlu da o desek yanılmış olmayız. Sorumsuz babanın sorumsuz oğlu Yusuf, onu telefonla arayan Yıldız isimli kadına cevap vermiyor. Kendisi babasından bir cevap beklerken, bir başkasını cevapsız bırakıyor. Yine Yıldız kim, neden o sıklıkta ve hep arıyor Yusuf’u bilmiyoruz. Yıldız’ın da hikayesini bilmeyerek devam ediyoruz filme. 


Filmin çokça paylaşılan ve tutan cümlesi “Babalar hep yarım kalır” oldu. Neden babalar hep yarım kalır? Babaların sorumsuzluğu böyle bir cümle ile nasıl da meşrulaştırılıyor. Anne kutsal, anne çilekeş; ama baba sorumsuzsa “eksik kalır”. Heves Ali’nin hayatı bir kadında olsa bu toplum “anneler eksik kalır” der miydi? Oğluna tek kelime açıklama yapamayan, rızalığını istemeye dili varmayan, herkesi hayatında çıkartarak geride bırakmış bir adamın ve böyle yaşadığı için onu eleştiren ama onun gibi yaşayan Yusuf oğlanın hikayesi bu. 

Özetle filmde aşıklık deseniz, yok. Alevilik derseniz yok. Yalnız ve sorumsuz erkekler güzellemesi çok!


3 Nisan 2022 Pazar

Parmaklıklar Ardına İtilen Sır – Ceren Ataş

 

Parmaklıklar Ardına İtilen Sır 

Ceren Ataş
Nisan 2022

Nevşehir Hacıbektaş ilçesine ilk olarak 2015 senesinde Ocak sonunda gitmiştim. O dönem master yapıyordum ve benim Alevilik araştırmalarımın yeni başladığı dönemdi diyebilirim. Tam olarak “resmi tarihçilik” çerçevesinde kitaplar okuyordum. Türklük, İslam ve erkekliğin iç içe geçirilerek oluşturulmuş bir Alevilik anlatısının tam ortasındaydım. Bu kavramları sorguluyordum ve Hace Bektaş, elbette ki şahsından bağımsız olarak, bu erkek tarih yazıcılarının odak merkezindeydi. Okumalarım beni saha çalışması yapmak adına Hacıbektaş ilçesine yönlendirmişti.


Ocak sonunda aniden gittiğimiz Hacıbektaş ilçesinde kar yer yer dizlerimizin üzerindeydi, dolayısıyla pek çok yer kapalıydı ve konuşacak az insan bulabilmiştim. İlçede yaşayan genç bir kadından bize ilçeyi gezdirmesini istedik. (Rızasını almadığım için adını paylaşmayacağım) Listemdeki her yeri gezdik. “Peki Kadıncık Ana?” diye sordu. Hacı Bektaş-i Veli Müzesine girdi ve elinde bir anahtarla geri döndü. Müze çalışanlarından almıştı anahtarı. “Sizi oraya hiç kimse götürmez, kimse Kadıncık Ana’ya hürmet de etmiyor, bakmayın. O yüzden bilmiyorsunuz. Zaten hava soğuk bunlar yerlerinden kımıldamaz” diyerek bizi peşine taktı. Müzeden Kadıncık Ana Evine yürümek beş dakika sürmüyor. Yolda Kadıncık Ana’yı dinledik kadın arkadaştan. “Hace Bektaş’ın akıl hocasıdır. Kerametleri vardı, şifacıydı, çok büyük erendi. Hace Bektaş buraya gelirken Horasan’dan ayağa bir tek o kalkıp selamını alıyor, ilk ona malum oluyor hünkarın gelişi. Burada küçük bir kız çocuğu kayboldu, sonra geri geldi. Günlerce aradılar. Kadıncık Ana evinde bir sürü insanın sofrada oturup yemek yediğini görmüş, bu kızı da masum diye içlerine almışlar; ama sonra annesinden ayırmak istememişler diye Kadıncık geri yollamış. Ya, öyle bir evliyadır Kadıncık”


Kadıncık Ana evine vardık; ancak içeri giremedik; çünkü kapıdaki kilit donmuştu. Tüm çabalarımıza rağmen anahtarı sokamadık. Ancak ben o sene oradan Kadıncık Ana’yı tanıyıp Hace Bektaş’ın kitaplarda anlatıldığı gibi biri “olmadığını” öğrenerek ayrılmış oldum.


2016 ve 2018 senelerinde de çalışmalarım dolayısıyla burayı pek çok kez ziyaret ettim. Yalnızca bir kere Hacı Bektaş-ı Veli festivali döneminde burada bulundum. İstanbul’dan ve başka şehirlerden gelen Alevi kurumları, Cemevleri, ziyaretçilere ilçeyi gezdirirken Kadıncık Ana’dan bahsetmiyorlardı. Hattâ gittiğimde Kadıncık’ın kapısı kilitliydi! Hem de festival döneminde… Kapıyı açtırdık elbette ama bu durum beni çok şaşırtmıştı.


2016 senesinde dahil olduğum 17+ Alevi Kadınlar adlı feminist Alevi kadın oluşumunun talepleri arasında bahsettiğim festival adının “Kadıncık Ana ve Hace Bektaş Festivali” olarak değiştirilmesi, Kadıncık Ana Evinin bakımının yapılması, Kadıncık Ana’nın Alevi yazılı ve sözlü tarihinde yerini alması talepleri bulunuyordu. Bunun üzerine çalışıyorduk, emek veriyorduk. Oluşumdan arkadaşımız, araştırmacı-yazar Gülfer Akkaya, Alevilikte kadın üzerine çalışmalar yapıyordu ve bu bağlamda Kadıncık Ana’yı inceliyordu. 2020 senesinde araştırmasının sonucu olarak “Yolun Kurucusu Kadıncık Ana” kitabını yayınladı. Burada resmi tarih, erkek tarih anlatısı tamamen reddedilip Hace Bektaş’ı yeniden yazdığı gibi, onun yalnız başına bir inanç filozofu olmadığını, Kadıncık Ana ile beraber felsefesini kurduğunu anlattı. Ayrıca Alevilik inancının, Alevi şahsiyetlerinin kadın-erkek meselesine nasıl baktığını da ortaya koymuş oldu. Tarihin, erkeklerin silmek istediği Kadıncık Ana, Gülfer’in emeği ile bir kadın bakışıyla yazıldı.

Türkiye’de, Avrupa’da ve Kıbrıs’ta Alevi kadınların Kadıncık Ana’ya yönelik talepleri arttı, ziyaretler çoğaldı. Festival döneminde kadınlar Kadıncık Ana evinde cem bağladılar. Bu gibi pek çok sahiplenmenin sonucunda Kadıncık Ana Evi restorasyonu başladı. Sonucu değerlendirmek için epey zamandır yazıp yazmamak arasında gelip gidiyorum. Ancak bu konuda sorumluluk hisseden bir Alevi kadın olarak, aynı zamanda araştırmacı biri olarak kafamdakileri yazmak ve aradaki farkı göstermek istedim. 


Yukarıdaki fotoğrafı 29 Kasım 2016 tarihinde çektim, burası Kadıncık Ana’nın Evi olarak geçiyor. Eve girince sağ tarafta Kadıncık Ana’nın sır olduğu söylenen bir yer var, aşağıda paylaşacağım. Aynı zamanda Hace Bektaş’ın yaslandığı ve izinin kaldığı duvar da burada. Sol tarafta ise cem yapıldığı düşünülen bir oda var. Evin dış görünümü bu şekildeydi, beton oldukça az ve bahçe topraktı. Yeni hali:

Fotoğrafı Hacıbektaş resmi sitesinden aldım. Bahçenin yarısından çoğuna beton/ taş dökülmüş. Devam ediyorum.


Yukarıdaki fotoğrafı Ekim 2018’de çektim. Burası Kadıncık Ana’nın sır olduğu yer olarak aktarılıyor. Kadıncık Ana’yı tanıyan halk ve ziyaretçiler buraya kağıda yazdıkları dileklerini atıyorlardı. “Müze” çalışanları bu durumdan şikayetçiydi, şahit olmuştum. Bu boşluğun ne kadar derine gittiği bilinmiyordu. Değişim evresinde ilk önce buraya demirlik yaptılar:

Kadıncık Ana’nın sır olduğu yere böyle bir demirlik yapıldığını görünce çok şaşırmıştım. Cihana sığmayan evliyalarının mekanını hapishaneye çevirmişlerdi adeta. Daha sonra restorasyon yapıldı. Kadıncık Ana’nın sır olduğu mekanda demirlik yerine sanıyorum cam var. Henüz ziyaret edemediğim için bu noktadan emin değilim, fotoğraftan öyle anlaşılıyor:


Yukarıda bahsettiğim, cem yapılan yer ise yine oldukça mistik bir alandı. Ziyaretlerimde insanları buraya yönlendirdiğimde cem meydanında oturup sohbet ettik, semah dönüldü, deyişler çalındı, cem yapıldı diyebilirim. En çok Abdal Alevilerinin buraya hürmet ettiklerini görüyordum. Mistik havası gerçekten çok etkileyiciydi:

Yeni hali:

Eskiden insanların oturduğu, semah döndüğü, muhabbet ettiği bu alan, şimdi herhangi bir müzeden başka bir şey değil. Aynı Hacı Bektaş-ı Veli Müzesindeki gibi… 


Kadıncık Ana Evinin restorasyonunu yazmak istememin sebebi, bu mekan üzerinde esasında Alevi inanç merkezlerinin durumunu gözler önüne koymak. Dersim’de Duzgin Bava’nın dağını delip Cemevi, merdiven diken zihniyet, Nevşehir’de Kadıncık Ana’nın cem mekanını oturulması, muhabbet edilmesi yasak bir müzeye çevirdi. Alevilik, insan-doğa-yaratıcı üçlüsünün birbirine sürekli temas ettiği bir inanç. Kutsal yerinde mum yakılan, suyundan içilen, ağacına tapılan bir inanç. Dokunamadığına mesafeli bir toplumun inanç merkezlerinin, tarihi yerlerinin iç veya dış veya iç-dış birlikte müdahalelerde kurumsallaşmasının sonuçları korkutucu oluyor. Talep ettiğimiz bakım, restorasyon, asla ama asla bu değildi. Kutsal mekanlarımızda muhabbet erkanı kuramayıp, müze ziyaret etmek istemiyoruz. Senelerdir Hacı Bektaş-ı Veli Müzesinde yaşanan şey tam olarak bu değil mi? Eminim Kadıncık Ana evine daha önce gitmiş, mekanında oturmuş, orayı solumuş herkes benimle aynı fikirdedir.