19 Ocak 2021 Salı

Zeynep Bakşi Karatağ: “Sevdiğimiz türküleri yazdığımız defter vardı”


Röportaj: Ceren Ataş

“Sevdiğimiz türkülerin sözlerini yazdığımız bir defterimiz bile vardı. Babam sazını eline aldığında bu defterde açılır, o çalardı ben söylerdim.”

Türkçede “ozan” dediğimiz kavramın aslında Kırmançki’de benzer versiyonu “sayir” kavramıdır. Siz bir “sayirin” kızı olarak nasıl bir evde büyüdünüz? Evinizde müzik nasıl ve ne zamanlarda vardı?

Evet bir sayir’in, Dersim sözlü kültürünün son temsilcilerinden olan Sait Baksi’nin kızıyım. Böyle olunca da tahmin edersin ki; müziğin bolca dinlendiği, sazlı-sözlü muhabbetlerin çokça olduğu bir evde büyüdüm. O zamanlar yani çocukluğumun denk düştüğü 80’li yıllarda kasetçiler vardı. Babam yeni çıkan kasetlerin takibini yapar, sevdiği sanatçılarınkini satın alırdı. Birlikte dinlerdik. Sevdiğimiz türkülerin sözlerini yazdığımız bir defterimiz bile vardı. Babam sazını eline aldığında bu defterde açılır, o çalardı ben söylerdim. O dönemler Kürtçe müzik yasaktı ve dolayısı ile kasetlerde yoktu. Ama babamın Dersim sözlü müziğine olan ilgisi ve güçlü bağı o yıllarda, hatta daha öncesinde de vardı. Bu sayede yasaklı da olsa kendi özgür alanımızda, evimizde Dersim ağıtları ya da sevda türküleri hep söylenirdi. Ağıtlar, içinde anlatılan gerçek hikayelerin ağırlığında olduğundan, Zazaca/Kırmançca’ya yeterince hakim olmayan benim için zordu. Anladığım ya da dilimin döndüğü yere kadar eşlik edebiliyordum. Ama sevda türkülerini daha kolay ezberleyip söyleyebiliyordum. İşte böyle iki dilde türkülerin söylenip dinlendiği bir evde büyüdüm.

“Yasaklı da olsa kendi özgür alanımızda, evimizde Dersim ağıtları ya da sevda türküleri hep söylenirdi.”

Müzik hayatına nasıl başladınız anlatır mısınız? Üniversite okuduktan daha sonraki bir süreçte müziğe başladınız diye biliyorum… Nasıl oldu?

Dost muhabbetlerinde veya kendi kendime şarkı/türkü söylemek iyiydi ama zamanla müzikle daha haşır neşir olma arzusuna engel olamıyordum. Söylemeyi seviyordum ve beni mutlu eden bu şeyin kuralını, matematiğini de öğrenmek istedim ve Müjdat Gezen Sanat Merkezinde Seha Okuş hocadan solfej dersleri aldım. Sonrasında İ.Ü Devlet Konservatuarı süreci var. Bu süreç evlilik sebebiyle yarım kaldı. Bir aileye sahip olmak uzun bir molayı beraberinde getirdi. İki çocuklu bir aile yaşantısının getirdiği günlük koşuşturmadan arta kalan zamanlarda, eşim Murat’la evde kayıtlar yapmaya başladık bir süre sonra. Bu çalışmalar bilgisayarın hafızasında bayağı bir zaman öylece kaldı. Kendi müzik zevkimize göre, kendimiz için yapmıştık ve sadece kendimiz dinliyorduk. Nedense bir süre sonra sosyal medya hesaplarından paylaşma fikri doğdu ve bu paylaşımlar sonrasında hatırı sayılır bir dinleyici kitlemiz olmaya başladı. Hiç aklımızda yokken dinleyenlerimizden gelen “Artık bir albüm yapsanız!’’ mesajları ve sonrasında Kalan Müzik ile kesişen yollarımız… 2016’da başlayan bu yolculuk; iki albüm, sekiz tekli ve verdiğimiz konserlerle çok keyifli ve heyecanlı geçti.


Sözleri Mehmet Tüzün’e (Torne Tuji) ait olan kılam Perse Sari


“Doğduğum yerden binlerce kilometre uzakta, nerede, nasıl yaşıyor olursam olayım bir türkü beni alıp, ışık hızıyla türkülerin ilk kulağıma çalındığı, her şeyin başladığı baba evine götürebiliyor.”

Anadolu kültürünü, mozaiğini yansıtan tarz şarkıları, deyişleri söylüyorsunuz. Bunlar hayatınızın neresinde yer alıyor?

Başta da bahsettiğim gibi geleneksel Anadolu türküleri ve deyişlerle çok küçük yaşlarımdan beri iç içeyim. Zaman geçtikçe elbette bu yelpaze değişti ve genişledi. Farklı müzik türlerini de dinlemeye başladım. Ama bana her zaman en çok dokunan hep türküler oldu. Doğduğum yerden binlerce kilometre uzakta, nerede, nasıl yaşıyor olursam olayım bir türkü beni alıp, ışık hızıyla türkülerin ilk kulağıma çalındığı, her şeyin başladığı baba evine götürebiliyor. Bu bağ, içlerindeki hayranlık uyandıran felsefe ve edebi tarafla birleşince daha da güçleniyor. Dinlemenin ve yorumlamanın yanı sıra şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada türküler, hayatıma eşlik edip bana öğretici ve ışık olacaklar.

Zeynep & Funda & Sait Bakşi

Bağımsız bir platformda, sosyal medyada sesinizi duyurarak sektöre girdiniz; ancak şu an başka bir formata geçtiniz. Müziğiniz açısından ne gibi farklılıklar vardı?

Çalışmalarımızı bir plak firması üzerinden çıkarıyor olmamız, bizim müziğimize herhangi bir farklılık getirmedi. Biz hala kendi müzik anlayışımız ve doğrularımıza göre üretim yapıyoruz.

“Türküleri yeni nesile taşıyacaksak eğer bu da çağdaş bir yorum ve soundla olmalı fikrindeyiz. Bizim kaynak noktamız olan orjinal halleri elbetteki başımızın tacı, hep dinliyoruz. Ama yaşamın her alanında olduğu gibi sanatta da yenilik güzeldir. Düşüncemiz gelenekselcilerin pek hoşuna gitmeyebilir belki ama ‘sizinle birlikte türkü dinlemeye başladım’ şeklinde gelen mesajlar, olumlu tepkiler doğru şeyler yaptığımızı gösteriyor ve motive ediyor.”

Öyle şarkılar söylüyorsunuz ki aslında bir tarz ile tamamen bütünleşmiş ve bunların yeniden yorumlanması çok riskli. Bu riskli işlere nasıl cesaret gösteriyorsunuz veya motivasyonunuz nedir?

Seslendirdiğim türkülerin yüzlerce kez yorumlanmış hali var. Bazı istisnaların dışında, genelde birbirinin benzeri olan ve geleneksel bir çerçeve içerisinde icra edilmiş. Yapılmışın söylenmişin benzerini sunmak istemiyoruz. Kaldı ki 2021 yılında çağdaş ve teknolojik bir dönemde yaşıyoruz. Hemen hemen hayatın her alanında bir içiçe geçiş sözkonusu. Bu moda da, mutfakta da, medyada da ve tabii ki sanatta ve elbette müzikte de var. Bu durum türkülerin önünde duracak değildi. Biz de kendi kozmopolit hayatımızı türkülerimize/ şarkılarımıza yansıtıyoruz. Türküleri yeni nesile taşıyacaksak eğer bu da çağdaş bir yorum ve soundla olmalı fikrindeyiz. Bizim kaynak noktamız olan orjinal halleri elbetteki başımızın tacı, hep dinliyoruz. Ama yaşamın her alanında olduğu gibi sanatta da yenilik güzeldir. Düşüncemiz gelenekselcilerin pek hoşuna gitmeyebilir belki ama “sizinle birlikte türkü dinlemeye başladım’’ şeklinde gelen mesajlar, olumlu tepkiler doğru şeyler yaptığımızı gösteriyor ve motive ediyor.

“Bizi müzikal anlamda birleştiren de, o Anadolu kültürüne olan aşk olmuştur. Bütün bu çeşitlilik de bizim müzik anlayışımızı ortaya koyan, yansıtan bir ayna gibi. Birbirine zıt gibi duran bu çeşitlilik birleşip harmanlandığında ortaya daha büyük ve güzel bir yapıt çıkabiliyor.” 

Zeynep Bakşi Karatağ & Murat Karatağ

“Saz çalmanın, türkü söylemenin ayıp ya da günah karşılanması kim bilir kaç kadının aşıklığa giden yolunu kapadı.”

Eşim Murat ve benim müzik zevklerimizin buluşmasıyla ortaya çıkıyor müziğimiz. Müziği çok seviyoruz, ikimiz de çok çeşitli türler dinliyoruz. Murat, Avrupa’da doğup büyüdüğü için batı müziğinden esinleniyor. Ben ise İstanbul doğumlu, geleneksel bir aile yapısında büyüyen ve eğitimini burada alan biriyim. Gerçi Murat’ın kökeni de Dersim olduğu için, onun da saklı bir köşesinde Anadolu hep olmuştur. Bizi müzikal anlamda birleştiren de, o Anadolu kültürüne olan aşk olmuştur. Bütün bu çeşitlilik de bizim müzik anlayışımızı ortaya koyan, yansıtan bir ayna gibi. Birbirine zıt gibi duran bu çeşitlilik birleşip harmanlandığında ortaya daha büyük ve güzel bir yapıt çıkabiliyor. Bizce böyle tabi. Farklı müzik türlerinin bolca kullanıldığı, birazda alışılmış formların dışına çıkıldığı bir tarzımız var ama esas olan özündeki samimiyeti, sıcaklığı bozmamak ve bu konuda da oldukça hassas davranıyoruz.


“ ‘Şimdilik’’ cinsiyetçi bir tutumla benim karşılaşmamış olmam, böyle bir gerçeğin var olmadığı anlamına gelmez elbette.”

Kadın olarak müzik sektöründe cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı? 

Şimdiye kadar herhangi bir hareket, ima, mimik ile dahi can sıkıcı bir durumla karşılaşmadım. Yaşamış olsam bile bu beni yolumdan döndürecek caydırıcı bir etken olmazdı zaten. ‘’Şimdilik’’ cinsiyetçi bir tutumla benim karşılaşmamış olmam, böyle bir gerçeğin var olmadığı anlamına gelmez elbette. Geçmişte de bu cinsiyetçi algı var olmuş, günümüzde de var. Baktığımızda geçmişten günümüze gelen kadın aşıkların/ ozanların azlığı bunun bir göstergesi. Özellikle kırsal kesimlerde kadın, inanç ve gelenek kıskacı içinde sıkışıp kalmış. Saz çalmanın, türkü söylemenin ayıp ya da günah karşılanması kim bilir kaç kadının aşıklığa giden yolunu kapadı. Günümüze baktığımızda ise örneğin kadın enstrüman icracılarının erkeklere oranla çok daha az oluşu, erkek egemen bir işleyişin hakim olduğunu gösteriyor. Ne güzel ki; her türlü cinsiyetçi önyargılara rağmen kadın müzisyenler yorumculuğun dışında söz yazarlığından besteciliğe, düzenlemeden enstrüman çalmaya kadar çeşitli alanlarda etkin bir şekilde üretim yapmaya devam ediyorlar.


Soyadının yürümesini arzu eden aile büyüklerinin yarım kalan sevinci ile hayata zaten bir adım geriden başlar kız çocuğu. Sonrasında da aileden toplumsal yaşama, iş hayatından devlet yönetiminde kadar her alanda kadınlar genel olarak hep ikinci planda kalır. Ve bu sebepten sürekli bir mücadele içindedir. Evi geçindirdiği için kendinde karısını yönetme hakkı gören kocaya karşı, kadını çocuk doğurmayı reddettiği için daha az kadın gören topluma karşı, erkeklerle aynı koşul ve sürelerde çalıştığı halde “evi geçindirmiyor, sadece ev ekonomisine katkıda bulunuyor” mantığındaki eril iş hayatına karşı, meclisteki kadınları vitrin mankeni olarak tanımlayan siyasetçilere karşı vs… Sonu gelmeyen bir dolu örnek yazılabilir buraya. Öğrenilmiş çaresizlikle kabule geçip zorluklara karşı duramayan kadınlar da var toplumsal kılıfları aşıp sağlam bir sosyal pozisyona gelmeyi başaran kadınlar da.

Daha çok olması dileğiyle…Güzel ve iyi bir gelecek için bu şart!

14 Ocak 2021 Perşembe

Doğayı Yeniden Canlandıran Kadının Bayramı: Gağan – Ceren Ataş

 

Gağan bugün özellikle Raa Haq inancı benimseyenleri tarafından kutlanan özel günlerden biri. Özellikle Dersim’de ilçe ilçe yapılan kutlamalar her sene haber oluyor. İstanbul’da yaşayan bir Dersimli olarak Gağan ile tanışmam, Cıvrak Derneği’nin her sene yaptığı Gağan etkinlikleri ile oldu. Bu etkinlik herkes için çok özeldi ve heyecanla karşılanırdı. 2021 senesinde tüm dünyayı saran virüsten ötürü ritüelleri gerçekleştiremedik ve bu oldukça eksik hissettirdi…

Gağan bir feministin en başında benimseyeceği bir ritüel olmayabilir. Zira buradaki figürlerin anlamları bilinmediği zaman dışarıdan bakılan etkinlik çok farklı yorumlanıyor. Aslında sadece yorumlamak da değil, bugünkü ritüel de esasında özüyle anlatılmak yerine yalnızca bir eğlence oyunu olarak yaşatılabiliyor. Kadın perspektifinden bakıldığında ilk şunu sorguluyoruz: bir çocuk gelinin yaşlı bir adamla evlendirilmesi mi kutlanıyor? Kadını sürekli kaçırıyorlar ve “elliyorlar” ve bu tacizdir. Bu noktada öncelikle Gağan’da oynanan ve bugün “Khal u Veyvike”[1] adını alan oyundaki figürlere bakmak ve onların neyi temsil ettiğini incelemek gerekiyor.

Bu aşamada öncelikle Cıvraklı ana-atalarımızın anlatımlarından ve Pir Mahmut Yıldız’ın aktarımlarından yola çıkıyorum. Mahmut Yıldız, Almanya’da yaşıyor ve benim kendisi ile iletişim kurmamı sevgili arkadaşım Esra Gültekin sağladı. Onu çok teşekkür ediyorum, Kırmanciye’nin son demlerinden olan “Piro” ile onun sayesinde görüşebiliyorum…

Khal, Veyvike, Kara ve koçek
Cıvrak Derneği 2020 Gağan Kutlamasından

Gağan Nedir?

Gağan, bugün “yeni yıl” olarak kutlanıyor gibi gözükse de aslında Raa Haq inancı bazında yeni yıl 7 Mart’ta Hawtemal dönemindedir. Bugün bazı algılarda bu bayram, Hıristiyanların yılbaşı ile de eş tutuluyor; ancak tarihsel olarak da ondan evveldir. (Yıldız, 2020) Ayrıca Raa Haq inancında Gağan ile başlayan yeni yıl süreci Hawtemal ile sonlanır. Burayı simge karakterler üzerinden anlatmak uygun olacaktır:

Ölümsüz kadın: Veyvike veya Fatık, Fate

Genç ve güzel bir kadın olarak, Gağan kutlamalarında ana figürlerden biridir Fate, Fatık veya veyvike. Fate-Fatık isimleri muhtemelen Ana Fatma’dan geliyor ki Mahmut Yıldız ile görüşürken kendisi “Fatma” diyerek de bu kadını işaret etmişti. Burada Fate, içinde bulunulan seneyi temsil eder ve her sene Fate yenilenir. Kadın padişah ile evlenir, güz zamanı ikisi de yaşlanır ve sonra padişah ölür. Bu ölümden sonra kadın, başka bir cihana giderek orada soğukkanlı hayvanlar ile beraber  istirahat eder. Bu istirahat süresi belirsizdir ancak kadın uyandığı zaman Hawtemal olur, dolayısıyla Mart ayında kadın uyanır. Kadın uyandığında gençleşmiş, yenilenmiştir. Bu anlamda kadın ile doğa beraberdir, aynıdır. Kadın yenilenince doğa da yenilenmiş olur, tazelenmiş olur, tüm doğa bereketlenir…

Anlatıya göre, eşi öldükten sonra istirahat eden yaşlı kadın, soğukkanlı hayvanlarla beraberdir. Şimşek çakıp hayvanlarla birlikte uyandığında dünyaya bahar gelmiş olur ve bu da Raa haq inancında Hawtemal’dir. Kadın dünyaya geri geldiğinde onu yeni senenin padişahı bir ağacın altında beklemektedir. Onunla evlenir ve aynı hikaye her sene gerçekleşir. Erkek-padişah, yaşlanınca ölür, kadın-Fate-doğa yaşlanır; ancak ölmez, tazelenir, yenilenir ve dünyaya yeni yaşam getirir… (Yıldız, 2020)

“Şimdi o kadın mitolojide Anadır; ama bu dünyanın kendisidir de. Hep kendisini tazeler. Bahar olunca kız olur, yaz olunca çiçek verir, meyve verir, doğurur, güz olunca yaşlanır...” (Yıldız, 2020)

Padişah; ama ölümlü erkekler: Khal (İhtiyar Adam) ve Kara

Mahmut Yıldız’ın aktarımına göre Gağan’daki padişah/ erkek meselesi Sultan Süleyman’a dayanıyor. Sultan Süleyman’ın doksan dokuz oğlu var ve her sene bir oğlu padişah oluyor. Padişah olan erkek, yukarıda bahsettiğim kadın figür Fate ile evleniyor ve bir sene (içinde bulunulan sene) yaşlanıp ölüyor. Bu, oyunda gördüğümüz yaşlı erkek üzerinde temsil ediliyor. Diğer bir erkek figür olan “Kara” ise yüzü siyaha boyanılan erkektir. Bugün Kara ile ilgili maalesef çok yanlış aktarımlar mevcut. “Siyahlığı” bir aşağlıma, köleleştirme algısı ile ele alanlar var; ancak Yıldız’ın aktarımına göre Kara, Khal (yaşlı adam) öldükten sonra Fate ile evlenecek olan yeni padişahtır; ancak bu durumu sadece Fate bildiği için, yani durumu belirsiz olduğu için yüzü siyah renk ile boyanıyor. Siyah renk orada bir belirsizleştirme aracı olarak kullanılır.

Mart'ta, bahar oluyor. Fate istirahattan kalkıyor, dünyaya yeniden geliyor ve yukarıda bahsettiğim şekilde gençleşmiş, bereket saçarak geliyor. Eskiden Kara olan kişi bir ağacın altında duruyor ve o ağacın da özel bir adı var. Kadını görünce ona aşık oluyor ve altında durduğu ağaçla beraber tüm doğa yeşeriyor, bahar geliyor, doğa canlanıyor. Kadın, onunla evlenince yeni padişah bu sefer o oluyor ve bu senaryo her sene yenileniyor.

Bu anlamda Raa Haq inanç takviminin yılbaşı bir günde gerçekleşmiyor. Gağan bayramı ile başlıyor ve Hawtemal’de yeni yıla geçiliyor. (Güneşer, 2020) Gağan bayramı Aralık’ta başlıyor ve Hawtemal Mart’ta gerçekleşiyor bugün kabul gören takvimde.

Tabii burada değinilmesi gereken birkaç nokta var. Gağan’daki bu semboller bize şunu anlatıyor: Padişah temsilindeki erkek, her sene yaşlanınca ölüyor. Erkekle birlikte ölen aynı zamanda “padişahlık” yani otoriteler de. Bunların hepsi ölüme yenik düşüyor; ancak Fate temsilindeki kadın ölümsüz; doğanın kendisi, dünyanın kendisi kadın. Doğayı yenileyen kadın, ölümü yenen kadın, üreten kadın, aşık eden kadın… Kadın aynı zamanda her sene insan dünyayı yenilemek için doğuruyor ve burada erkek cinsinin varlığı üreme ile sınırlandırılıyor. Erkek her sene yaşlanıp ölürken, kadın yaşlandıktan sonra yenileniyor, hayatın ve insanlığın sürdürücüsü pozisyonunda beliriyor ve aslında buradan bakıldığında Gağan oldukça feminist bir anlatıdır.



2006 Cıvrak Derneği Gağan Kutlaması

Peki bugün Gağan kutlamalarında bu anlamları görebiliyor muyuz?

Örneğin; Gağan kutlamalarında Fate’yi bir erkek canlandırıyor. Bunun nedenini Maviş Güneşer ile sohbet ettiğimizde şöyle yorumladık: Fate rolündeki kadın bugün oynanan Gağan oyununda köyün erkekleri tarafından “elleniyor” ve erkeklere kaçıyor. Toplumsal olarak bu oyunu bir kadının oynaması daha önceki tecrübelerde oldukça tepki aldı. Dersim’de kadını, yine bir kadın canlandırdığında oyun “düzeni bozuldu” çünkü erkekler o kadını kaçıramadılar ve elleyemediler… Bu nokta bana çok ilginç geldi ve incelenmesini istedim. Bu oyun yüzyıllardır “kadını ellemek” üzerine mi oynanıyor? Yoksa yukarıda anlattığımız kadının dünyayı yenilemesi anlamı üzerinde mi duruluyordu? Esasında kadın sembolünün ellenmesi ve dolayısıyla taciz edilmesi inancın ve toplumun “erkekleştirilmesine” bir örnektir. Kaldı ki, bu oyun dolayısıyla bir kadının taciz edilmesi gülünerek karşılanan eğlenceye dönüşüyor ve yukarıda bahsettiğimiz Fate-Kadın anlatısının tam zıttı bir yerde duruyor. Bir kadın hikayesi, kadının ölümsüzlüğünün ve bereketinin hikayesi bugünki oyunla meşru bir taciz olarak yansıyor. Bu noktayı tartışmaya açmak istiyorum.


Fate ile İnanna

Sümer Tanrıçası İnanna ile Raa Haq anlatısındaki Fate’yi bir anlamda aynı noktada görmek mümkün. Bereketiyle bilinen İnanna’nın sevgilisi Dumuzi üzerinden aktaracağım bu anlatı Gülfer Akkaya’nın Yol Kadındır kitabındandır:

“Dumuzi yeryüzüne bahar zamanı çıkar ve bu dönemde İnanna ile sevişirler. Bu sevişme sonucunda yeryüzü kıştan, doğanın soğukluğundan kurtulur, yaşam canlanır, her yerde bitkiler fışkırır, hayvanlar yavrular, bereket artar. İşte İnanna ve Dumuzi’nin birleştiği bu gün yeni bir yılın başlangıcı sayılır.” (Akkaya, 2017)

Kaynakça

Akkaya, G. (2017). Yol Kadındır. İstanbul: Kalkedon.

Güneşer, M. (2020, Aralık). (C. Ataş, Röportaj Yapan)

Yıldız, M. (2020, Aralık 3). (C. A. Gültekin, Röportaj Yapan)


[1] Khal: yaşlı

Veyvike: gelin


TIKLAYINIZ

10 Ocak 2021 Pazar

Bir Yahudi Kadın Cinayeti: Elza Niyego

 Türkiye'deki Yahudilerin Trakya'da yaşadıkları katliamlar ve dolayısıyla Trakya'yı "terk etmek zorunda kalma" süreci bir kadın cinayetiyle başlıyor. Musevi Elza Niyego'ya evlilik teklif eden Müslüman Osman Bey, defalarca olumsuz yanıt alıyor. Tabii hikaye, bu şekilde anlatılmıyor. Bu "taciz" olarak değil de, "Osman Beyin aşkı" olarak anlatılıyor. Ne kadar tanıdık değil mi? Sonuç da tanıdık: Osman Bey, Elza Niyego'yu katlediyor...

Hayır cevabını kaldıramayan erkekler, Türkçülük, antisemitizm... Bu kadın cinayeti, "bir şekilde" Yahudi düşmanlığına yöneliyor ve ırkçıların beslendiği bir "kaynağa" dönüşüyor. Türkiye'deki Yahudiler sağcı, solcu, Müslüman, ateist, demokrat fark etmeden ötekileştirmeye maruz kalıyorlar ve durum 1930'dan bugüne pek de bir fark gözetmiyor.
Üniversitede Türkiye'deki Yahudiler üzerine çalışırken karşılaştığım Elza Niyego hadisesinden çok etkilenmiştim. Herkesin bildiği ama konuşulmayan hadiselerden...

İlgili haber için tıklayın

8 Ocak 2021 Cuma

Ayşe Şewaqi: Köylüler kızlarını benim yanıma bırakmıyorlardı

 

Ayşe Şewaqi: Köylüler kızlarını benim yanıma bırakmıyorlardı

“Köyümüzde kadınlar saz çalmazdı, erkekler saz çalardı. Dolayısıyla ben de sazı çok seviyordum, gidip onları dinliyordum. İnanır mısın onların parmaklarını sayıyordum, kaç kere nereye basıyorlar diye. Tüm perdeleri ezberlemiştim. (…) Bir çubuğum vardı, onu saz diye çalıyordum.”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Doğduğum evde babam çok dinlerdi. Bir arabası vardı babamın, Mahmut Baran’ın kasetlerini, Ali Kızıltuğ vs. ben çocukken çok dinlerdi. Bir de ağıtlar söylerdi. Köyümüzde kadınlar saz çalmazdı, erkekler saz çalardı. Dolayısıyla ben de sazı çok seviyordum, gidip onları dinliyordum. İnanır mısın onların parmaklarını sayıyordum, kaç kere nereye basıyorlar diye. Tüm perdeleri ezberlemiştim. O dönemde yazın babam köyde kalırdı. Yaylalara çıkardık; ama babam bir iki yıl köyde yalnız kaldı. O zaman gıdiklere (kuzulara) ben gidiyordum. Bir çubuğum vardı, onu saz diye çalıyordum. Hani notaları ezberlemiştim ya, kendi kendime türkü söylüyordum. Severdim türkü söylemeyi. Sonra büyüdüğümde çevre köyler düğün yapıyordu, babam köyde kimse yoktu diye bizi de götürüyordu düğünlere. Biz biraz eğlenelim diye götürüyordu. Bize kartlar geliyordu; çünkü babam çevrede tanınan bir insandı. Bir keresinde bir düğünde, kızlar bir odada oturmuşlardı, türkü söylüyorlardı. Ben de onlara eşlik ettim. Aniden sesler kesildi, dediler ‘senin sesin ne güzelmiş, gel dışarıda davul zurnanın önünde söyle biz oynayalım’. Ama ben çok utangaçtım. Ne yaptılarsa ben söylemedim. Herkes sesimin güzel olduğunu söylüyordu. Bir de okulda sesimin çok güzel olduğunu söylüyordu öğretmenim. Müzik dersinde beni kaldırıyordu. Oradan öyle keşfettim kendimi.

“Alevi kültürüyle büyüdüğüm için bunlara ters düştüm. O yüzden kadının saz çalması onlara göre ayıptı.”

Neyse dönersek, babam, dediğim gibi, Mahmut Baranları, eskileri çok dinlerdi. Ölüleri oluyordu (cenaze), söylüyordu. Ama köyüm kadın baskın bir köydü. Köyümüz boşaltılmıştı, dönüş yapıldı sonra. Ben büyüdüğümde, 14-15 yaşımdayken köye dönüş yapıldı. O dönem ben sazı yavaş yavaş kavramıştım artık, çalabiliyordum. Ama dönüş yapıldığı için, Hacca gidenler ‘Kızlar saz çalamaz’ diye bir baskı yaptılar.

Hacca gidenler mi dediniz?

Ben 15 yaşlarına gelince bazı evler dönüş aldılar köye. Ben Alevi kültürüyle büyüdüm; ama bu köy Sünniydi. Alevi kültürüyle büyüdüğüm için bunlara ters düştüm. O yüzden kadının saz çalması onlara göre ayıptı. Babama büyükleri baskı yaptı, ‘kızını durdur, saz çalmak nedir, ayıptır’ diye. Ben gizli gizli çalıyordum. Neyse bahsettim ya daha önce, ben gıdiklere gidiyordum diye, gitmedim ve babama dedim ki ‘bana saz getir yoksa gıdiklere gitmem’. Bir gün gıdiklere gitmedim, ikinci gün babam bana Anadolu Sazevinden saz getirmişti. Saza oradan başladım. Bir ara gizli çaldım. Sonra baktılar beni durduramıyorlar, bu sefer babam da bana destek verdi. Babam dedi, ‘ne olsun kötü bir şey midir? Ben seviyorum, kızım da çalacak.’ Ailem beni destekledi, ‘neden kızım çalmasın’ dediler. Özetle tabii ailemin desteğini aldım, ama bir sürü zorluk yaşadım. Dışlandım.

“Ben de Munzır Dağlarını çok iyi biliyordum. Dedelerin mezarları o dağlarda, bir sürü acıları orada. Dolayısıyla ben de bunları onlarla yaşadım.”

Babam ağıtlar yakıyordu dediniz, kendi yazdığı ağıtlar, kılamlar mıydı?

Kendi dedelerinin ağıtlarını okuyordu. Ben onları hiç okumadım; çünkü çok ağırlar. Ama kendi defterime not aldım, belki ilerde okurum. Aslında kendi yazdıklarımda onlardan etkileniyordum. Bir süreden sonra kendimi onların acılarını paylaşırken görüyordum. Kendimi onların yerine koyuyordum. Çünkü ben de Munzır Dağlarını çok iyi biliyordum. Dedelerin mezarları o dağlarda, bir sürü acıları orada. Dolayısıyla ben de bunları onlarla yaşadım. Sonuçta o mezarlara giderken bize söylüyorlardı, ‘Bunlar bizim aşiretin mezarlıkları, bunlar dedelerimizin mezarlıkları’ bize öğretiyorlardı. Ayrıca hikayelerini de anlatıyorlardı. Mesela hikayelerden çok şey yazabilen biriyim.

“Büyüyünce bunların acılarını, geçmişlerini, anlatımlarını, hikayelerini duydukça daha çok ağıtlar yazmaya başladım.”

Siz Dersim’de Şewaq aşiretine mensup bir ailede dünyaya geliyorsunuz. Şewaqlılar göçebe bir aşiret ve aslında bu bağlamda sizin hikayeniz de ayrı bir pencere açıyor. Dersim’de aşıklık geleneği denince akla gelen ilk beş isim erkek oluyor. Elbette kadın aşıklar da var, bugüne adları ulaşmış, Wakıle gibi; ancak algı bu şekilde değil. Dolayısıyla siz de “göç eden” bir kültürün tek kadın aşığısınız. Bu bağlamda aşıklık geleneğini sürdürmeye nasıl başladınız anlatır mısınız?

Küçüklüğümden beri yazıyorum. Gıdiklere giderken kalem-defter yanıma alıyordum. Okuma hevesim vardı; ama babam beni okutmadı. Sürekli uçaklara bakıyordum, diyordum ki ‘acaba bunları nasıl kullanıyorlar’. O dönemde hayalim avukat veya uçakta pilot olmaktı. Ama emin ol ki o dönemde uçağı sürenin adının pilot olduğunu bile bilmiyordum; ama bir çocukluk hayaliydi, merak ediyordum havada nasıl gidiyor uçak… Çünkü köyümüzde uçaklar sürekli geçiyordu. Avukat olmayı da çok istiyordum. Filmlerde izliyordum, o zaman siyah beyaz bir televizyon vardı. Filmler çok ilgimi çekiyordu. Birini savunmak, ona yardımcı olmak… Oydu hayalim. Giderdim yazı yazardım. Sonra küçükken çok şiir yazardım.

Aslında bu kendiliğinden oldu, büyüyünce bunların acılarını, geçmişlerini, anlatımlarını, hikayelerini duydukça daha çok ağıtlar yazmaya başladım. Mesela ben ‘Dılo’yu küçük bir yaşta yazdım. Yanlış hatırlamıyorsam 17 yaşlarımda yazdım. Mi Dıgo Mele’yi de küçükken yazmıştım. Onu da çok iyi hatırlıyorum, hatta ben söyleyince herkes bana bakıyordu, bunu nereden öğrendi diye. Emin ol ki, ben nereden geldiğini de bilmiyorum. Gerçekten çok küçük yaşta onu yazdım, söyledim. Bir gün Hakan Aday gelmişti köyümüze, Dersim Halk Aşıklarıyla alakalı çalışıyordu, o beni keşfetti. Açıkçası başka köy komşularına gelmişti, onlar demiş, ‘O Sunni köyde bir Kürt saz çalıyor’. Onlar getirmişti Aday’ı ve ben bilmiyordum. Birkaç parça söyle dedi bana, ben utangaçtım, kameranın açık olduğunu bile bilmiyordum. Kamerayı filmlerden görmüştüm sadece. Öyle bir şey çekildi, sonra ‘Bunu yayınlayabilir miyim?’ dedi. Dedim yayınla, benim için bir sıkıntı yok.

Zaten üretken biriyim, bir ağaca, bir taşa, bir güle baktığımda onlar bana söylüyorlar ben yazıyorum, çok zorlanmıyorum. Müziklerimi de kendim yapıyorum, mırıldanıyorum aniden bir şey çıkıveriyor. Küçükken telefonum yoktu eve kadar “mmmmmm” (Ritim yapıyor) yapıp geliyordum, hafızama yerleştiriyordum, gelip evde hemen sazımla çalmaya başlıyordum. Sık sık sazımla çalıyordum ki unutmayayım. Şimdi, bir şey bulsam telefonuma kaydediyorum. Aslında küçükken de zorlanmıyordum ama şimdi de zorlanmıyorum.

Ben Alevi kültüründe büyüdüğüm için deyişleri çok seviyorum. Sanırım ilk Kürtçe deyiş yazan kadınlardanım. Sen Pir Sultan’ı dinledin mi bilmiyorum, o bana aittir, Kürtçe yazdım. Bir tane de ‘Heyder’ var Duzgin Bava’ya yazdım, Kürtçe, o da bana aittir. O da Azadi TV’de çekilmişti. Yani ben iki deyiş yazdım. Hattâ albümüme de onu özellikle istedim. Ben Alevi kültüründen büyüdüm, Alevileri seviyorum, deyiş çok seviyorum. Özellikle albümümde olsun istiyorum dedim. Kendimiz de aslında Alevi kökenliyiz; ama dönme Sünnileşmişler. Çünkü bu köy Hozat’tan geldi. 38 Soykırımından önce gelip buraya yerleşmişler. O dönemde de soykırım olduğu için, bildiğim kadarıyla, yanlış da olabilir, bu köyde cami var ya Sunnilere karışmıyorlarmış. Ama bu köy Ermeni köyüymüş, Ermenilere sığınmış aslında bunlar. Sonradan Sunnileşmişler. Normalde Alevi kökenliler. 

Ayşe Şewaqi’nin Duzgin Bava’ya yazdığı deyiş

Ben geçmişte anlatılan hikayelerden hemen yazabiliyorum. Mesela Duzgin Bava’ya yazdığım deyişte de hikayesinden çıkardım. Hikayesini bilmedim, geldim, hikayesinden bir deyiş okudum. Kendim yazıyorum, bir gül görsem gider koklarım. Kokusuna bakan biriyim, sulara, dağlara, taşlara, hepsi bana kendisini anlatıyor.

Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Bir ağacın kökü, damarları, toprağı çok sağlam olduğu zaman meyvesi çok verimlidir. Biz meyve olarak birbirimize benziyoruz. Bir ağacın elmasını düşün, o ağaçta, bazı elmalar çok kırmızı oluyor, bazıları beyaz kırmızı karışık. Bizim müziğimiz de öyledir, tadı, damarları hep birbirine bağlı. Güçlü yani, toprağımız güçlü. İnsanlar da toprağına benzer.

Dersim kültüründe ağıtlara baktığınız zaman kadın nerede sizce?

Nerede olursa olsun, bizim kültürümüzde de kadın ikinci plandadır. Bu bir gerçektir. Ama kadınlar olmasa bir hiçler ve bunun bilincindeler. En azından bilincindeler. (gülüyor)

Kürt müzik kültüründe kadınlar müziğin neresindeler? Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dili aktaran kadın mıdır?

Kadınlar doğuruyor, erkekler büyütüyor… Erkek kendini gösteriyor yani ‘Ben büyüttüm’ diyor. Çünkü kadınlar söylüyorlar, erkekler kadınları dinleyip gidip onu kendisi kullanıyorlar, kadın ikinci planda kalıyor. Çünkü kadınlara özgürlük yok ya… Egemenlikleri, erkeklerin egosu önplanda. Bu devam ediyor, ne kadar biz ‘çağdaşlaştık’ deseler de inan ki yalan. Hala sürüyor, bir şekilde sürüyor.

Aşıklık geleneğini sürdürmeye başladığınızdan bugün “kadın” olarak cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Evet, kaldım. Köylüler kızlarını benim yanıma bırakmıyorlardı. ‘O pantolon giyiyor, onun başı açık’ diyorlardı. Ben şehre pantolonlu ve başım açık gidiyordum; ama köyümde şalvarımı yazmamı takıyordum. Hattâ onu da dile getireyim çünkü şimdi bazı resimlerime ‘kapalıydınız neden açıldınız’ gibi yorumlar geliyor; ama bilmiyorlar. Ben küçüklüğümden zaten öyleydim. Şehre öyle gidiyordum, köyümde de şalvarımı yazmamı takıyordum. Kültürel olarak, seviyordum da kültürümü. Avusturya’da bile şalvar giydim. İstesem onunla da gider gezerim. Severek gurur duyarak taşırım; lakin şöyle bir şey anlatayım. Mesela Elazığ’a gittiğimizde bize ‘çingene’ gözüyle bakardılar, şalvarlı yazmalı görünce, ben tabii ki Çingeneleri seviyorum; ama onlar başka gözle bakıyorlardı. Dersim’in kültürünü Dersim biliyor. Dersim’in öyle bir durumu yok, hepimiz şalvarlı yazmalı geziyoruz, Pertek’te Ovacık’ta, köyümüzde… Ben Elazığ’a gidince pantolon giyiyordum. Giyinişimden bile laf yedim, düşünsenize. Daha ne kadar zorluk çekeyim, sazı gizli çaldım. Sonra alıştılar. Sonra benim kliplerimi görünce sevdiler, onur duydular. Bana yalvarıyorlardı ki bir tane çal söyle. Söylemiyordum, küçüklüğümün acısını alıyordum.

Şu an böyle şeyler yaşamıyorum. Alıştılar, seviyorlar, dinlemeyi de çok seviyorlar. Şöyle bir şey var tabii ki, aşiretimden bir destek bekliyordum; ama o gelmedi. Öyle bir dertleri yok çünkü. Mesela Kurmeş aşireti yurtdışında geceler düzenliyor, kendi kültürüne bağlılar, gerçekten ben onlarla gurur duyuyorum. Kendi kültürlerini ülkelere tanıtmak için can atıyorlar, onlar da Şavaklı. Alevi-Sunnilik ayrımına yok; ama onlar da Şavaklılar. Ama bu Sunni Şavaklı köyleri öyle bir dertleri yok. Mesela tulum peynirleri çok ünlü. Şavak tulum peyniri. Neredeyse dünyaca ünlü bir peynir. Mesela o peynirin festivalini yapabilirler. Ki Şavak aşiretinin çoğu Erzincan’da, Erzincan’ın yarısı Şavak aşiretindendir. Düşünün Erzincan büyük bir nüfus. Elazığ’da var bu aşiret, Erzincan’da var, Ankara, İstanbul her yerde var da… Birleşip de Dersim’de Şavak tulum peyniri festivali yapabilirler. Ama yok, bunlar kültürüne sadece kendi içinde bağlılar. Kendileri söyler kendileri dinler. Ben yapmak istesem bile arkamda durmuyorlar. Neden? Çünkü farklılar, hani Erzincan’a yerleşmişler, orada farklı bir şey olmuşlar. Bazılarına dışarıda sorduğunda nerelisin diye, Dersimliyim diyemiyor. Erzincanlıyım diyor; ama Erzincanlı değil, Dersimli. Bu duruma gelmişler. Ben çok isterdim bir festival yapsınlar, kültürünü öne taşısınlar. Kendi içinde dönüp dönüp duruyorlar.

Peki Şavak aşiretinde, Sunni köylerle Alevi köylerin birbirinde temasında bir sorun var mı?

Yok, komşu olarak asla hiçbir sorun yok. Mesela bizim gelinler Alevi. Ailemde öyle bir şey yok; ama artık onlar da bakmıyorlar, kız da getiriyorlar kız da veriyorlar. O kadar eskisi gibi dar değil. Komşulukları çok iyi. Birbirinin ölülerindeler birbirinin düğünlerindeler…

Dersimliler olarak genel bir başlıkta ele aldığımız toplumda kadın erkek eşitliğini nasıl yorumluyorsunuz?

Kadın erkek eşitliği yok. Öyle diyorlar, var diyorlar, bazı yerlerde, bazı noktalarda oluyor; ama dediğim gibi, egemenliği elinden bırakmıyor erkek. Ben eşitlik olduğuna inanmıyorum.

Ürettiğiniz kılamları hangi dilde yazıyorsunuz veya yazmayı tercih ediyorsunuz? Dil, ifade biçiminizde ne kadar etkili?

Kurmanci yazıyorum, yani bizim Dersim Kürtçesi. Çünkü bazı Kurmanci’ler farklıdır. Kürtçe zaten birdir; ama bazılarının lehçesi değişik o yüzden Dersim Kürtçesi diyorum. Kırmançki/ Zazaki bilmiyorum ama okuyabiliyorum. İstersem Kırmançki/ Zazaki yazar okurum da. Yengem de bu dili biliyor, öğrenirim. Birkaç parça Kırmançki/Zazaca da söylesem fena olmaz, güzel olur! (gülüyor) Festivallerde okuduğum olmuştur.

Bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Aslında ben aksini düşünüyorum, gençlerimiz konuşuyor. Kürtçe dili de asla kaybolmaz. Anadilimizdir. Hiçbir zaman kaybolmaz, ağaç kesilir ama yeniden filizlenir, yeniden meyve verir. Bizim dilimiz de öyledir, benim anadilimdir. Hiçbir devlet, hiçbir millet yasaklayamaz, benim anadilimdir. Ben anadilimi elbette konuşurum, okurum. Böyle bir şey yok, kayboluşuna inanmıyorum, sadece baskı altında, insanlar anadilinden yana özgür değil. Avrupa’da on tane dil konuşuyor. Avrupa umrumda mı, isterse yirmi tane dil konuş, isterse otuz tane öğren sana para veriyor diyor kırk tane öğren. Ama bu ülkenin sistemi bozuk bir sistem. Türkçe de konuşsun Kürtçe de konuşsun İngilizce de öğrensin Almanca da öğrensin, öğrensin ha öğrensin. Bir zararı mı var? Kime ne zararı var. Buranın siyaseti kirli. Bu ülke bitmiş bir ülke. Kendi kendine kurt olmuş, kendi kökünü kemiriyor.

Mesela Elazığ’a gittiğinde Dersimli olan bölgeler Kürtçeyi veya Zazacayı biliyor. Elazığ’ın yerlisi Kürtçeyi nadir biliyor. Bazıları anlamıyor, e sen Türkçe konuşmak zorunda kalıyorsun. O yüzdendir, yoksa neden Kürtçe konuşmasın ki her yerde Kürtçe konuşuyoruz biz. Ben konuşuyorum! Konuşuyorum hiçbir tepki almadım şimdiye kadar, kendi şahsıma.

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Ben kalmadım, korkmuyorum da. Kendi şahsıma öyle bir şeyle karşılaşmadım; ama var olduğunu da biliyorum. Görüyorum, sosyal medyadan. Kürtçe daha çok dinleniliyor. Adamlar yazıyorlar ‘Müzik çok güzel, çok hoş, yüreğimize dokunuyor; ama ne dediğini anlamıyoruz’. Kimi anlamadığı için dinlemek de istemiyor. Mesela ben İngilizce, Almanca anlamıyorum; ama Anne Marie diye bir kadın var, bir parçasını dinlemiştim, anlamadığım halde hoşuma gidiyordu, kardeşime diyordum, aç dinleyeyim (gülüyor). Anladığım bir şey yok. Muhtemelen o insanlar da biz de öyle oluyorlar. Anlamıyorlar beni ama hoşuna gidiyor dinliyor.

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Gerek olduğunu düşünüyorum ve önemsiyorum. Neden olmasın? Kadınlar, hani bir gülün kokusu az gelir. Çok gülün kokusu daha çok yayılır. Daha çok güzel görünür, neden olmasın, birlik her zaman çok güzeldir.



Kıvılcım Yılmaz: Dil-inanç-müzik üçlüsü güçlü bir bağa sahip

 Kıvılcım Yılmaz: Dil-inanç-müzik üçlüsü güçlü bir bağa sahip

“Şarkı söylemek dendiğinde kendimi geçmişte tahayyül ettiğim ilk yer o gecekondunun bahçesidir.”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Ayrı anne babanın bir kızıyım, çocukluğum annemin yanında geçti. Babamla olan bağımı uzak olmamıza rağmen onun sevgisi sayesinde içselleştirmiştim. O da en az annem kadar benimle yakından ilgilenirdi. Annemin ailesi 1980’de Maraş Elbistan’a bağlı Kantarma köyünden göç etmek durumunda kalmışlar. Gebze’de bir gecekonduda ailemle geçirdiğim o günler yüreğimin en ince hatıralarıdır. Şarkı söylemek dendiğinde kendimi geçmişte tahayyül ettiğim ilk yer o gecekondunun bahçesidir. Kapı önünde dedemlerin “Hadi bize bir türkü söyle” dediği zamanlar, heyecanla ayağa kalkar, salınarak karşılarında türkü söylemeye başlardım.



O zamanlar hep söylediğimiz hatırladığım iki türkü vardı. Yıllarca söylemekten vazgeçmediğim… “Karadır kaşların ferman yazdırır”, “Urfa dağlarında gezer bir ceylan aman aman, yavrusunu kaybetmiş ağlıyor yaman…” O zamanlar tabii evde kasetler var. Ruhi Su, Sadık Gürbüz, Arif Sağ, Musa Eroğlu, Yavuz Top, Belkıs Akkale, Sabahat Akkiraz, Ahmet Kaya gibi önemli isimlerin kasetleri teyp çaların başucundaydı. Muhakkak bu kalabalık evin içinde biri türkü dinliyor ve eşlik ediyor olurdu. Müzik ile bağım türküleri dinleme ve söyleme isteğiyle başladı.

 Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Dedem karadüzen[1] çalardı ve sazını da kendi yapardı. Hala durur sazı, ruhuyla birlikte asılı durduğu duvarda bizi seyreder sanki. Evde zaten saz çalıp söyleme kültürü inançla birlikte iç içeydi. Bazen ortanca dayım eline sazını alır deyişler çalardı. Ben de teyzemi taklit eder, semah dönerdim. O an sorsanız anlamını ifade edemiyor olsam da şu anki zamanda bildiğimden çok daha fazlasını bildiğime eminim. Her şey öylesine kendiliğinden, öylesine dünyevilikten uzaktı ki, bu hali yetişkin yaşlarda ve yaşamın karmaşıklığında yakalamak oldukça zor.

“Bazen zamansız şekilde nenemi evde kendi kendine ağıt yakarken bulup dinlerdim. Onu izlediğimi fark ettiği an ah çekip acısını susturduğunu görürdüm. Kente de göç etse, bu insanlar bir geleneğin anlatıcısı olmaktan vazgeçmediler. Belki köy yerinde olduğu kadar bir bütün halinde işlemiyordu her şey ama onlar yine koyu giyimlerinden ve simgesel hale gelen siyah eşarplarından ve de yas ezgilerinden kopamamışlardı.”

Bir gün çocuk yaşlardayken bir yakınımızı kaybetmiştik. Cenazede yaşlı kadınların ölü evinde yan yana oturup Kürtçe ağıtlar yaktığına şahit olmuştum. O an içlerinden biri, doğaçlama söylediği ağıtla kaybedilen kişiyi anlatıyordu. Ardından diğeri, sonra bir diğeri… O an acı ve hüzün öylesine birbirine karışıyordu ki o atmosferden etkilenip ağlamamak neredeyse imkansız oluyordu. O zaman bu gelenekle sonrasında sıkça karşılaşacağımdan habersizdim.



Bazen zamansız şekilde nenemi evde kendi kendine ağıt yakarken bulup dinlerdim. Onu izlediğimi fark ettiği an ah çekip acısını susturduğunu görürdüm. Kente de göç etse, bu insanlar bir geleneğin anlatıcısı olmaktan vazgeçmediler. Belki köy yerinde olduğu kadar bir bütün halinde işlemiyordu her şey ama onlar yine koyu giyimlerinden ve simgesel hale gelen siyah eşarplarından ve de yas ezgilerinden kopamamışlardı. Müzik hangi renkten, hangi inanıştan olursak olalım hepimizin yaşamının başka bir yerindedir ve de önemli bir parçasıdır. İnsan böyle bir şey, sanırım her birimiz tarihsel belleğin bir taşıyıcısıyız. Her ne kadar kendimize yabancılaşsak da ki bu kaçınılmaz, geçmişten getirilenlerle büyütülüyoruz ve geçmişin izlerine uzaktan da olsa tanıklık ediyoruz. Başka etkenlerle birlikte şekillenen düşüncelerimiz, inançlarımız, zihnimizde tezahür eden bir kültür algısı yaratıyor. Müzik, inanç, dil, gelenek görenek ve düşünce biçimleri bir bütün olarak kültür adı altında karşılık buluyor. Yani yaşam biçiminin ta kendisi bana göre.

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Müziği öğrenme çabasında çok çetin bir engelle karşılaşmadım. Fakat müzik bir zamana kadar hayatımın mesleki kısmına dahil olamadı. İkincil bir önemdeydi. Ailedeki önyargılar ve kaygılar sebebiyle. Ama bunu zamanla kırmayı başardım. Bu da uzun süren dirençli bir ısrarla oldu. Uzun soluklu sahne yaşantım olmadı fakat çeşitli mekanlarda sahne alan kadın müzisyenlerin cinsiyetçiliği yaşamaması mümkün değil zaten. Performans sahnelerinde, cafe, bar gibi mekansal alanlarda yapılan müzik sahnelerinde (canlı müzik) kadınların daha cinsiyetçi sorunlarla karşılaştığını söyleyebilirim.

“Bizim yörede kadınlar ağıt yakıcıydı. Çalıp söyleme geleneği (aşıklık geleneği) daha çok erkeklerde yaygındı. Ölü merasimlerinde ağıt müzik demekti. Kadın acı çeken, ağlayan, hatta ağlatan bir role bürünürdü. Bu simgesel anlatımın arkasında yatan sebepler bir kültürün ürünüydü muhakkak. Kadına acı çekme misyonu yüklenmişti.”

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağlanan ve sadece sanat faaliyeti üzerinden yürütülen bir yapı ile karşılaşmadım fakat kadın sanatçılar olarak değil de kadınlar olarak dayanışma sağlanan bir platforma dahilim. Bu konuda bana çok şey öğrettiklerini düşünüyorum.



Var ise de; Kadınlar arasında oluşturulan bir yapı ile karşılaşmadım, bu bir yerde hepimizin bir eksikliği ve eleştirilecek noktasıdır. Kadına toplumsal olarak atfedilmiş ve rol biçilmiş birçok şey var. Kadın bu sorumlulukları hayatın akışına sığdırmaya çalışırken, her şeye koşma ve yetişme hali onu zamanda ve kendinde yaratılan bir kaosun içine sürüklüyor. Elde ettiği kazanımları ve gönül rahatlığı yanında feragat ettiği şeyler de oluşuyor. Halk müziği için kendi adıma söyleyebileceğim, daha spesifik kadın içerikli biriciklik sağlanmış bir yapının ya da yapıların oluşmasına ihtiyaç var. Kadın ve sanata dair daha kapsayıcı yapılardan söz edebileceğimiz kadar bunlardan da söz etmek gerekir. Burada eleştirilecek kısmı bize yüklüyorum. Sanat ve kadın başlığı çok genel olsa da daha kapsayıcı olduğu için kitlesel hale dönüşmesi zor değildir diye düşünüyorum. Bugün bunun dışında, türler içinde, kadınların ayrı ayrı bir yapı biçimleriyle de üretkenlik alanı geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin halk müziğinin kendi içinde yarattığı kadın sanat ilişkisini kuracak yapı gibi.

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu?

Günlük hayatımda seslendirmeme rağmen henüz kaydedilmiş bir deyiş kaydım yok. Kendime ait sözsüz bestelerim var. Bunları ilerleyen süreçte çalışma haline dönüştürmeyi planlıyorum.

Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bizim yörede kadınlar ağıt yakıcıydı. Çalıp söyleme geleneği (aşıklık geleneği) daha çok erkeklerde yaygındı. Ölü merasimlerinde ağıt müzik demekti. Kadın acı çeken, ağlayan, hatta ağlatan bir role bürünürdü. Bu simgesel anlatımın arkasında yatan sebepler bir kültürün ürünüydü muhakkak. Kadına acı çekme misyonu yüklenmişti. Neden? Belki son kuşak kaldı bunu yaşatacak, bunların her biri araştırılmaya çok değer konular. Neticede bilinçaltı kodlarımızın geleneklerimizin aktarıcısı olarak toplumun birer parçasıyız. Gelenekler de bizlerle birlikte zaman içinde dönüşüme uğrayacaktır. Burada bizim kadın olarak etkin rol unutmamak gerekir.

“Anadil, kültürü bir parçasıysa, onu konuşmak, bir tarihi, bir toplumu ve ona ait olan müziği de yaşatmak demek. Bu anlamda dil meselesi müzikten kopuk ve ayrık bir mevzu olarak düşünülmemeli diye düşünüyorum.”



Çevrenizden nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Şu an Mimar Sinan Üniversitesinde etnomüzikoloji anabilim dalını okumaktayım. Müzik çalışmalarına sadece seslendirme alanında değil, bilimsel araştırmalara da taşımak gibi amaçlarım var. Etraftan ve çevreden aldığım tepkilerse, daha fazla söyleme ve bunları kayıtlarla paylaşma yolunda.

“Anadolu’da Dersim Kırmanç müziği mesela, neredeyse unutulmaya yüz tutacak bir dilin şu an müzik aracılığıyla da kendini geniş kesime aktarabilmesi, bu dili öğrenme merakını ve heyecanını arttırıyor. Bu anlamda çalışmalarıyla, üretkenlikleriyle örnek aldığım çok iyi müzisyenler, sanatçılar var. Demek istediğim anadilin unutulmamasının bir yolu müzik yolu ile aktarım.”

Anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

M.S ilk yüzyıllarda, tek tanrılı inanç sistemlerinde müzik kutsal metinleri ezberletmek, tanrıya ulaşmak için bir araçtı. O zamanlarda nota dediğimiz şey henüz gelişmemiş olmasına rağmen sözlü ezgi söyleme geleneği vardı. Bu Anadolu’da hep var olan bir aktarımdı. Sözlü gelenekle nesilden nesile aktarım. Kaldı ki her dilin edebi ve anlatım özellikleri kendi içinde o kadar farklı ve çeşitli ki, o dili bilmeden o müziğin ne anlatmak istediği anlaşılmıyor. Üstelik o inanç kültürünü bilmeden ezgi ve söz bütününü anlamak imkansızlaşıyor. Bu dil-inanç-müzik üçlüsü öylesine güçlü bir bağa sahip ki birini diğerinden ayırmak bir cümleyi yarım bırakmak gibi bir şey. Anadil, kültürü bir parçasıysa, onu konuşmak, bir tarihi, bir toplumu ve ona ait olan müziği de yaşatmak demek. Bu anlamda dil meselesi müzikten kopuk ve ayrık bir mevzu olarak düşünülmemeli diye düşünüyorum.

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde de müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Bazı müzikler ve eserler var ki sözleri olmasına rağmen daha çok esntrümantal icra edilmesi tercih ediliyor. Maalesef şu anki bir sorun değil bu toplumların tarihsel bir sorunu.

Sizce anadillerin kaybolmaması için neler yapılmalı?

Anadolu’da Dersim Kırmanç müziği bu soruya iyi bir örnek diye düşünüyorum. Neredeyse unutulmaya yüz tutacak bir dilin şu an müzik aracılığıyla da kendini geniş kesime aktarabilmesi, bu dili öğrenme merakını ve heyecanını arttırıyor. Bu anlamda çalışmalarıyla, üretkenlikleriyle örnek aldığım çok iyi müzisyenler, sanatçılar var.  Demek istediğim anadilin unutulmamasının bir yolu müzik yolu ile aktarım. Hafızamızı tazeliyor. Gerisi sanırım aile içinde konuşma, dil enstitülerinin faaliyetleri doğrultusunda eğitim süreciyle ve de yöreyle temas şeklinde olabilir diye düşünüyorum. Elbette kitap çevirileri, anadilde yazılan edebi eserlerin çok kıymetli bir paya sahip olduğunu unutmamak gerek.


[1] Karadüzen çalmak, sazda nota kullanmadan veya bilmeden, tamamen kulak ile, yetenek ile çalmak demektir.

22 Aralık 2020