27 Şubat 2021 Cumartesi

Sakina Teyna: "Erkekliğin olduğu yerde hep şiddet var"

Sakina Teyna: "Erkekliğin olduğu yerde hep şiddet var"



Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Ben gözümü müzikle dolu bir aileye açtım. Pek hatırlamıyorum o dönemleri ama annem diyor ki “Radyoyu açardık, sen dinlediğin bütün şarkıları hemen ezberler ve söylerdin”. Daha bebekken söylermişim. Şimdi abimin de bir kızı var, o da aynı öyle iki yaşından beri şarkı söylüyor. O da hatırlar mı bu dönemleri bilmiyorum. Müzik hep vardı hayatımda. Annem, babam, dört abim, kızkardeşim sürekli olarak koca bir masanın etrafında toplanırdık, bir de misafirler eklenirdi buna, sürekli şarkılar söylenirdi. O zamanlar yapılan müzik Türkçe’ydi. Varto’da doğdum ben. Varto'nun yarısı Kurmancî yarısı Kırmançki/Zazakî konuşur. Çok enteresan bir şey dikkatimi çekerdi. Düğünlerde Kurmancî söylenirdi. Ben Kırmanç’ım, Zaza/ Kırmanç dilini şinlerde (ağıtlarda), yas zamanlarında duyuyordum, insanlar ağıt yakarken duyuyordum. Düğünlerde hareketli düğün şarkılarının hepsi Kurmancî idi. O yüzden hem Kurmancî hem Kırmancki/Zazakî’nin konuşulduğu bir şehirde büyüdüm. Varto'da Sunni düğünlerinde dengbejlik geleneği de çok güçlüydü. Birçok insanın beraber kurduğu düğün ekipleri olurdu, yüzlerce insan birlikte halay çekerdi, inanılmaz güzel sesler hatırlıyorum. Müziğin, bir inancı daha yumuşak ve daha sempatik kıldığını düşünüyorum. Müziğe yer vermeyen bir inanç bana korkutucu geliyor.


Küçüktüm, babam bir saz getirdi eve, abimlere verdi. Duvarda hep bir saz asılıydı ve özellikle yaz dönemlerinde bilirsin akrabalar Avrupa'dan veya büyükşehirlerden geldiklerinde, rakılı sofralar kurulurdu, sofra etrafında toplanırlardı. Ben de şarkı söyleyebildiğim için, biraz da övünerek, “Gel sen de şarkı söyle” derlerdi. Sürekli müzik vardı yani; ama Alevi deyişleri genelde Türkçeydi. Okula başladıktan sonra da zaten okulun korosunda, müsamerelerinde sahne almaya başladım. Annemin çok güzel sesi vardı. Babamla annem şarkı söyleyip atışırlardı, onların hepsini hatırlıyorum. Hala da şarkı söylerler. Müzik büyüdüğüm ailenin büyük bir parçasıydı.

“Bir hayalim vardı, ben büyürsem bir ev alacağım, annemi yanıma alacağım, bizim evimizde erkekler yaşamayacak. Bir çocuk olarak bunu yaşıyordum çünkü erkeklerin var olduğu yerlerde şiddeti sürekli görmek ben de öyle bir his uyandırmıştı. Ama bunun feministliğe, feminizme dair olduğunu çok sonradan öğrendim.”


Evinizde hangi dil konuşuluyordu?

Annemle babam bizimle hiçbir zaman Türkçe konuşmazdılar, onlar hep Zazaca/Kırmançca konuşurlar; ama biz onların cevabını hep Türkçe verirdik. Fakat belli bir süre sonra köye gide gele, yaşlılarla temasım oldu. Hiç Türkçe bilmedikleri ve onlarla Türkçe konuşsan da seni anlamadıkları için, bu duruma içsel olarak üzülüyordum. Yavaş yavaş kendi anadilini öyle öğreniyorsun. Ben belli bir aşamadan sonra özellikle köye gidip yaşlılarla Zazaca/Kırmançkî konuşmayı çok önemsiyor ve seviyordum. Bir de bir baktım ki öğrenmişim kendi anadilimi.

“Müzikal anlamda Ayşe Şan şarkılarına bakıyorum, kadın hiçbir kadın hareketinin olmadığı zamanlarda nasıl cesur şeyler üretmiş. Ayşe Şan varken bir kadın hareketi yoktu ki koskoca bir erkek dünyası vardı, kadınların şarkı söylemesi yasaktı ve onlar kendi hayallerini gerçekleştirmek üzere başka şehirlere gittiklerinde, arkalarından söylenmeyen kalmamıştı.”


Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Alevilik bir inançtan, bir dinden ziyade kültürel bir topluluk gibi geliyor bana. Alevilerin dinsel seremonilerinin hepsinde müzik çok başat bir rol oynuyor. Cemleri söyleyebiliriz, bütün ibadet müzikle yapılıyor. Aleviliği İslam'la bağdaştıran bir insan değilim, bağlantılı iki inanç olduklarını düşünmüyorum. Temel şartlarına baktığınızda en azından bir iki tanesi de olsa tutması lazım (gülüyor) Hacca gitmek, namaz kılmak, oruç tutmak hiçbiri yok. Aleviliğin bunlar ile hiçbir alakası yok. O yüzden müzikle bağ konusunda da, ben büyüdüğüm ilçe bağlamında söyleyeyim, biz de öyle köyler vardı ki müzik yapmak yasaktı. Düğünleri bile müziksiz yaparlardı. Mahzuni'nin “Şeytan bunun neresinde” şarkısı da aslında bu duruma ithafendir. Çünkü enstrümanlarda şeytan olduğunu düşünüyorlar. İnsanın ruhsal dünyasına güzel gelen her şeyi şeytani görüp, ondan korkmuşlar ve korkutmuşlar insanları. Ben inancı çok özel bir konu olarak görüyorum. Kişiseldir, üçüncü kişilerin ya da kurumların sözhakkı ve ilişkisi olmamalıdır. Kendim inançsız bir insanım, ancak kim neye inanırsa da bu benim işim değil diye bakar ve saygı duyarım. Ancak belli bir aşamadan sonra inancı politik yorumlama, farklı anlamlar yükleme, bir inancı aşağılama, öbürünü yüceltme, iktidar rolü bahşedip ezme ortaya çıkıyor. Bunlar devreye girdikten sonra hangisi inanç hangisi politik dayatma ayırt etmek çoğu insan için zorlaşıyor. Mesela İslam'ın birçok yorumlanışında ciddi sorunlar var. İran'da kadınların şarkı söylemesi yasak hala. Oradaki yorumlayış, bunu uyguluyor. Bugün yani 2021 yılında kadınların tek başına şarkı söylemesi yasak sahnede. Dünyanın en güzel sesli kadınları, en dediğim dedik, güçlü kadınları, bilinçli kadınları orada ama sahnede bir erkeğin sesi seslerine karışmadan, tek başlarına maalesef şarkı söylemiyorlar. Dinin bu tür yorumlanışlarına saygı duymuyorum. Bunu değerlendirdiğimizde Aleviliğin naif yanı bu açıdan, yani inançlı bir insan olduğum için değil; ama kültürel kodlar bakımından hoşuma gidiyor. Böyle bir kültür içinde de büyümenin avantajları olsa da, yapılan ibadetlerin o zamanlar Türkçe yapılması, sorunluydu tabi. Dini seremonileri çok iyi hatırlamıyorum aslında Seyit bir aileden geliyorum, annem de, babam da Seyit oldukları halde, bunlara tanıklık etmedim. 

Hangi Ocak?

Dewreş Gewran aşireti. Anneannem Bamasur’lıdır (Baba Mansur). Varto'nun yapısı biraz farklıdır Dersim’e göre. Örneğin Dersim'de herkes Alevidir; ama Varto'da Aleviler ve Sünniler bir arada yaşar, neredeyse yarı yarıyadır. Kurmancî ve Zazaca/Kirmanckî yarı yarıyadır. Kurmanclar, Zazakî/ Kirmanckî bilir; Kirmanc Zazalar da Kurmancî bilir. Böyle çok iç içe geçmiştir. Biraz daha farklı bir bağ kurulmuştur. Yukarda da dediğim gibi seyit olmalarına rağmen, bir Alevilik, inanç dayatması, çocuklara “İlle de bunu öğrenin, bu böyledir” dayatması hatırlamıyorum.

Ama aksi de yoktu değil mi?

Hayır, Alevilik çok doğal yaşanan bir şeydi. Aman bunu yapın, aman bunu yapmayın yoktu… Alevilik insanların doğal akışında yaşadığı bir durumdu. Abilerimin yeni doğduğu dönemlerde, 1967’lerde, Aleviler ve Sünniler arasında çok ciddi kavgalar çıkmış o zamanlar biliyorsun. Kürt kimliğinin asimile edilmesinde Alevilere dayatılan çok önemli bir “Siz Alevisiniz, Kürt değilsiniz” politikası vardı. Bu yüzden Aleviler kendilerini sünnilerden ayrı görüp, “biz Alevi'yiz, onlar Kürt'tür” diye değerlendiriyorlardı. Çocukluğumda da böyle şeyler hatırlıyorum. “Biz Kürt değiliz, Aleviyiz”. İnanç kimliği ile etnik kimliği birbirine karıştırıyorlardı. Devlet de bir politika olarak bu kanıyı bilerek güçlendiriyordu. İnsanlar bunu ayırt edemedikleri için uzaktan uzağa “Aman onlardan uzak durun” diyorlardı. Yine çocukluğumda Aleviler Sünnilere “kız vermez” Sünniler Alevilerden “kız almaz” meselesi vardı. Aslında her iki taraf da kız alır, kız vermezlerdi! Ve hatta bunu bir zafer olarak görüyorlardı kendilerine. Karşı tarafın kadınını alıp kendi içinde eritmek... Etnik kimlik bilincinin yavaş yavaş gelişmesi ile, inançlar farklı olabilir, örneğin Türk'ün de Alevisi var, Arabın da  Alevisi var, Kürdün de Alevisi var bilinci gelişti. Biz Kürt Aleviyiz konusu kabullenildi. İnsanlarda bu aşamadan sonra farklı bir şey oluştu. Mesela Varto'da seçimler olduğunda, belediye başkan adayı olsun, milletvekili adayı olsun, kadın veya erkek, Sunni veya Alevi olması bir şey değiştirmiyor. HDP’nin kemik oyu vardır.  Bu oluştu. Ancak bunun için uzun bir süre geçmesi gerekti. Varto’nun Sünniliği de çok farklıydı. İnançlarını yaşama durumları daha hoşgörülüydü. 80 dönemlerinde Muş merkeze giden Varto'nun Sunnileri de dayak yerdi. “Vartolular komünisttir. Bunlar Alevilerle bir olmuş!” diye saldırırlardı onlara. Muş merkez o zaman MHP kontrolündeydi ağırlıklı olarak. Mecburi iskân ile getirilmiş Terekemenler, Azeriler vardı, oraya yerleştirilmiş, Kürtleri asimile etmek için. Onlar o zaman çoğunlukla MHP’liydi. Bu dokuların hepsi değişti tabii, bunlar benim çocukluğumda hatırladıklarımdı. Eskiden Alevilerin yemeği yenmez denirdi, Varto'daki Sünniler yerlerdi. Tipik “kız alıp verme” meselesi, çok sevmediğim bir şey, ama bunlar olmaya başladı. Kirvelik bağları çok yaygındı. Aileler birbirine karışınca yapı da değişti. Uzak kaldıkça korkular artıyor, önyargıları aşmadıkça korkular artıyor. Belli bir süre sonra insanlar inancın, etnik kimliğin, kişinin iyiliğinde kötülüğünde rolü olamayacağını deneyimliyor. Her topluluk içerisinde insanların pozitif-negatif yanları var ve bir kötülük hiç bir zaman bir topluluğa mal edilemez.


“Bir şarkısında ‘Vallahi seni almam billah seni almam/kumanın derdini bu saatten sonra çekemem’ diyor Ayşe Şan. Okula gitmiş midir gitmemiş midir bilmiyorum, Bilinçlenme ve hayallerinin peşinden gitmenin okumakla, bir şeyin teorisini öğrenmekle alakası yok. Bu şarkısında bir kadın bir erkeğe isyan ediyor. Diyor ki ikinci karın olmam, git başımdan. Öyle bir topluluk ki kadına ne denirse yapması lazım, onun kaderini erkekler belirliyor, baba belirliyor. Abi belirliyor. Anne demiyorum! Annelere boynu bükük, kızları hakkında verilen karara uymak düşüyor. Hala öyle değil mi? Aile meclisi oturuyor, karar veriyor, anne çaresiz, onu engelleyemiyor. Bu cinsiyetçi rol dağılımının bütün ödüllerinden erkeklik yararlanıyor. Kadınlara da ölüm düşüyor.”

Varto Alevilerinin kökeni Dersim ve Koçgiri olduğu için, orada katliam sonrası dayatılan asimilasyonun ve travmanın kuşaktan kuşağa aktarılması konusunun bence çok güçlü izleri vardı. Mesela biz Dersim’i bizzat yaşamamıştık ama büyüklerimizin hikâyelerinde “Dersim'de bu olmuş” diye duyardık ve Dersim'deki Türklük anlayışı, mesela kendini CHP'den kurtaramamanın, Türk kimliğinden kurtaramamanın etkilerini Varto'da ki Alevilerde de görmek mümkündü. Türküm de demezlerdi, “şarê ma”, derlerdi, yani “bizim millet”; “zone ma”, “bizim dil”. Dil literatürüne baktığında bizim dil diye bir dil yok yeryüzünde. Nedir bu bizim dil denilen şey? Mesela okulda Türkçe öğreniyoruz, geliyoruz, evde “zonê ma”, deniyor. Bu bizim dilimizse, okulda öğretilen diğer dil nedir? Madem biz “onlardanız”, neden ona da “bizim dilimiz” demiyoruz? Bir sır vardı. Çok gizli saklı yaşanılırdı her şey ve aslında çocuklara da yansıtılmak istenmeyen bir sırdı bu. Varto'da hatırlıyorum bizim bir ablamız vardı. Birincilikle bitirdi listeyi, 1988’den bahsediyorum. Üniversiteyi çok iyi bir puanla kazandı ve İstanbul'a gitti. Sonraki yaz geldiğinde sevgilisini de getirdi. Bu yanı da çok hoş bizim toplumun, diyorlardı ki "Çena Xocayi ju Tirk gureto" (Yani Hocanın kızı Türk  biriyle birlikte) Madem öyle o zaman biz Türk değiliz. Çocuk aklıyla bu tür şeyleri çok enteresan bir şekilde hemen kapıveriyorsunuz. E Ortadoğu eğitim sisteminde soru sormamak üzerine kurulu bir düzen var. Temel kural: Sormamak! Verileni sorgusuz kabul etmek!

Avrupa’da Maraşlıların neredeyse tamamı, çocuklarıyla Kürtçe konuşur. Bunu kuzeyde Kürt Alevileri içerisinde bir tek Maraş'ta gördüm. Dersimliler çocuklarıyla Kırmanckî/Zazakî ya da Kurmancî konuşmaz. Benim yeğenim burada Almanya'da doğdu, 3 yaşına kadar ağabeyim onunla Kirmanckî konuştu. Sonra Dersim’e gitti. Oradakilerle Kırmançki konuşunca annesine demişler ki “Wî layîk guneko wa Tirkî bimuso" (gülüyor) Yani çocuk Kırmançki konuşuyormuş diye demişler yazıktır Türkçe öğrensin. Çocuk ne güzel işte kendi anadilini öğrenecek! Bir şekilde Türkçeyi insanlar öğreniyorlar hayatın her alanında olduğu için. Kendi ana dilini öğrenmeye çok özen göstermek gerekiyor.

“Erkek egemen bir toplumda sanat yapmaya çalışan kadınlar olarak dünyanın neresinde olursanız olun bu baskıya bir şekilde maruz kalıyorsunuz. Bu çok endirekt yöntemlerle oluyor. Kadın olduğunuz için daha az söz ediliyor yaptıklarımızdan. Hala Avrupa'da kadınlar ile erkekler emeklerinin karşılıklarını eşit alamıyor, eşit işe, eşit ücret sorunu var. O yüzden ‘Hayır ben yaşamadım’ da diyemiyorum.”

Sömüren siyaset ya da ideoloji, ezileni, kendinden olanı sevmeme üzerine kodluyor. Kendini sevmeyeceksin! Senin dilin güzel değil, sen kırosun... Türkiye'deki örneğin doğudan gelen herkes kırodur ve enteresan bir şekilde sen fark etmeden içsel bir mekanizma geliştiriyorsun. Kendini "Ben farklıyım ben onlar gibi değilim” noktasında, egemen olana ispat etmeye götürüyor. Kendi dilinden utanan, annesinin babasının giyiminden utanan bir hal! Avrupa'da da var, örneğin gidiyorsun bir köyde insanlar farklı giyiniyor, geleneksel kıyafetleri var. Kimse bunlara niye böyle giydiniz demiyor. Böyle bakılmaması lazım. Tabii onlar da başkalarının özellikle mültecilerin nasıl giyindiğine karışıyor. Avrupalıları idealize etmek için söylemiyorum bunu, onların da başka sorunları var.

Çocukken anadilini kullanıyorsun, 7 yaşında hiç bilmediğim bir dilin içine giriyorsun! Herkes önceden biliyor ama sen yeniden başlarken, yeni bir dili öğrenerek yeni bir derse başlıyorsun. Bu birçok insanda pek çok zorluklar yaratıyor. Anadilin çocuktan alınması onun çocukluğunu, her şeyini elinden almak oluyor. Onun çocukluğunu, onun hayallerini almak oluyor. “Bizi sevmemek”, bizden olanı sevmemek, hep başkasını yüceltmek ve ona benzemek çok hastalıklı bir kişilik yaratıyor... Dersim katliamında, katliam yapılan yerlerde “Bize benzeyeceksiniz” dendi, Dersim’e dayatılan özellikle budur. Çünkü Maraş'ta dayatılan insanlara “Bize benzeyin” denmedi, gidip katlettiler; ama Dersim'de katliamın arkasında bir de bu vardı. Dersim’in kızlarını alıp götürdüler, geçmişlerin silmek istediler. Bunun tabii analizi, travma tedavisi çok köklü yapılmalı. Etkileri de farklı farklı yaşandı. Bu nedenle ayrı bir araştırma konusudur. Ben ne sosyoloğum, ne antropolog. Ahkam kesemem sadece şu cümleyi söylemek isterim: sömürgecilik  ya da asimilasyon sana kendinden olanı sevmemeyi ve egemen kültüre benzemeyi, onun gibi olmayı dayatıyor ve sen öyle olmak için üstün çaba sarf ediyorsun. “Aman benim dilimin kırık Türk olduğunu anlamasınlar” “Aman şive yapmayayım”, “Aman oradan olduğum anlaşılmasın” diye üstün bir çaba sarf ediyorsun. Halbuki ne var! Mesela Ezidi Kürtlerini görüyorum, Avrupa'da hiçbiri Türkçe bilmiyor. Türkçe konuşmak istedikleri zaman bu dili hiç bilmedikleri, sonradan öğrendikleri anlaşılıyor ve bu bana çok şirin geliyor. Maraş ağzı mesela korunması gerekir, yerel ağızların korunması gerekir, standart bir dil olsun haberleri öyle dinleyelim, yazılarımızı onunla yazalım; ama yerel kültürleri, yerel ağızları koruyalım. Bunun kimseye bir zararı yok, müzikte de öyle.

“Az önce sözünü ettiğim ezilen toplulukların kendinden olanı sevmemesi meselesi kadınlar açısından da vardır.  Ben kadınları koca bir ulus olarak değerlendiriyorum, dünyanın bütün kadınlarını. Biz de bir kadın ulusuyuz. Dünyanın neresinde olursak olalım, dilimiz, kültürümüz, adımız sanımız ne olursa olsun maruz kaldıklarımız ve karşısında mücadele ettiğimiz olguları değerlendirdiğimiz zaman biz koca bir milletiz. O yüzden bizde de bu cinsiyetçi kodlar birçok konuda kadını kendinden olanı sevmemeye hep yine egemen olana öykünmeyi yaratmış.”

  Varto'da büyüdünüz Cem gördünüz mü biraz bahsedebilir misiniz?

  Açıkçası hiç cem görmedim. Bizim zamanımızda cemevleri yoktu.

Evde cem yapıyor muydunuz?

Evde çok küçükken bir kere hatırlıyorum, sadece büyüklerin eğildiği bir görüntü var gözümün önünde. Bizim evdeydi hatta. Benim dayılarım seyittirler, saz çalıyorlardı, deyiş söylüyorlardı sadece onu gördüğümü hatırlıyorum; ama başka Cem görmedim.

“ ‘kadın kadının kurdudur’, ‘iki kadın bir araya gelirse saç saça girer’, ‘kadınlar birbirini sevmez’ gibi söylemler. Örneğin bunlar kim tarafından söylenmiş, kim bunları bizim hayatımıza, bizim kafamızın içine sokmuş? Kadının cins olarak birine güvenmemesi, arkadaşlıklarının sağlam olmayacağına dair algıları kim bize dayatmış? Kadınların birlikte bir şey üretemeyeceklerini kim bize söylemiş? Bunların hepsini sorgulamamız lazım. Verili olanı sorgulamayla başlayacağız kendimizi bulmayı”

 Peki ziyaretlere gidiyor muydunuz?

Tabii tabii. Varto'da çok ünlü ziyaretler var, Goşkar Baba biri, Inîyê Xizirî. Goşkar Baba'ya hiç gitmedim ama Hızır Çeşmesi çocukluğumda hemen hemen her yaz gittiğimiz ve orada kurbanlar kesilen bir yerdi. Sonra insanlar toprak damlı bir ev yapmışlardı, Çê Xızıri (Xızır’ın evi) diyorlardı. Evin üzerine yapıldığı bir kaynak çeşme vardı. Suyun çıktığı kaynağın üzerinde topraktan ev yapmışlardı. İçeriye de bir lojin (baca) yapmışlardı insanlar orada ekmeklerini miyazlarınıpişirebilsinler diye. Şimdiki fotoğraflarını görüyorum, betonarme yapmışlar. Bizim zamanımızda topraktandı. Aslında ormanlık bir arazi değil, çilkanî - kırk çeşme denen bir tepeden akan kaynak sularının olduğu bir yerdi. Çeşmenin suyu zaten buz gibi... İnsanlar giderlerdi suyun içine sebzesini-meyvesini atarlardı, kabukları hemen soyulurdu, çatlardı soğuktan. Orada sadece bir ağaç vardı. O ağacın gölgesine 40-50 kişi sığardı. Böyle dallarıyla insanları saran bir ağaçtı.

Şimdi oraya balık tesisleri kurulmuş, çok değişmiş. 30 yıl oldu Varto’yu görmeyeli. Çocukluğumda insanlar gidip oraya kurban keserlerdi, adak adarlardı, Xızır'a dualarını ederlerdi. Kurbanı oraya gelen köylülere, çobanlara dağıtırlardı. Rakı da içerlerdi orada, saz çalarlardı, deyiş söylerlerdi. Sonra Xızır’ın payını bırakıp evlerine giderlerdi. Ağacı öpme, Xızır'ın evinin kapısında içeri girmeden önce eşiği veya kapıyı öpme gibi seremonileri hatırlıyorum.

“Bize iyi gelen, iyi gelebilecek olan her şey bize bir tabu olarak dayatılmış. Yasaklanmış. Bence kadınlar olarak ki kadınlar bunu uzun zamandır yapıyor, bu konuların hepsini kendi süzgecimizden geçirmemiz, kendi bildiğimizden geçirmemiz, gerekli. Kendi tarihimizi kendimizin yazması ve geçmişimizi kendi bakış açılarımızla tekrardan değerlendirmemiz gerekiyor.”

Merak ettiğim bir kaç şey var, mesela kadınlar neler yapıyorlardı, nasıl giyiniyorlardı,  başörtüsü var mıydı?

Alevilik'te dinsel inanç gereği kadınların cemde saf tutmasının, semahta bir erkek bir kadın olma durumunun ya da cemi yönlendirenlerin dede ve ana olmasının, ana ile dedenin yan yana oturması zorunluluğunun veya gerekliliğinin çok güzel olduğunu düşünüyorum. Mesela benim annem başörtüsü takardı; ama başörtüsü düştüğünde bu bir sıkıntı olmazdı. Sadece büyük amcalarım olursa "laçika mi ginawara"  deyip kapatırdı, toparladı.  Ben doğmadan önce daha çok geleneksel normlara dayalı ilişkiler varmış. Mesela gelini kayınları görmeyecek. Onlara denk geldim; ama belli bir aşamadan sonra daha çok hijyen içindi baş örtme. Köyde çalışırken sütün içine saç girmesi, yoğurt yaparken kirlenmesin... Bunun gibi durumlardan kaynaklıydı. Bu durumu Avrupa'da bazı köylerde de görüyorum, çiftçilik yapılan köylerdeki kadınlar da eşarp takıyorlar.

Aynı şey erkekler için de geçerli, erkekler de kafalarına bir şey takıyorlar...

Evet evet; ama dediğim gibi kadının kaynının yanında saçını açmaması olayı vardı. Benim gençlik dönemlerinde tamamen bitti. Artık kayınbaba da orada olsa saçların açılması ile ilgili olmayan bir durum var. Yaşla beraber kemale ermek ile alakalı da olabilir. Bunlar aşılan durumlar. Mesela benim çocukluğumda abim evlendi, yengem bunları yapmadı. Biz Varto’daydık, kuşak farkı anlamında söylüyorum, annemlerin kuşağı eşarp takıyordu; ama mesela 60'lı yıllardan sonra doğan insanların başında ben hiç eşarp görmedim. Ha şunu da söyleyeyim bizim Alevilerde şiddet yoktur, Aleviler eşitlikçidir söylemi bence çok havaya suya söylenmiş bir şey. Gerçekliğe baktığımız zaman erkek egemen kültürün çok ağır etkileri vardır. Az önce söylediğim gibi. Nasıl ki kötülük sadece bir topluluk veya coğrafyaya mal edilemezse, erkek egemen kültür de bir topluluğa mal edilemez. Erkekliği cinsiyetçi rol dağılımına göre yaşayan, kabullenen bütün topluluklarda şiddetin envai türü yaşanıyor. Bu na Alevi topluluk da dahildir. Fiziksel şiddetten tut, geleneksel ölçülere dayalı şiddete, şiddetin her türüne maalesef tanık oldum.

Ben kadın öldüren Dersimli de Vartolu da gördüm. Kimliği biz hiçbir zaman doğal bir olgu olarak yaşamadığımız için ya ona aşırı sarılan ya da onu inkâr eden insanlar oluyoruz, ortası yok. Kişisel olarak benim bir refleksin var, Avrupa'da sokakta bir yaşlı görüyorum, yardım ediyorum, Türkçe cevap verdiğim zaman “Aaa kızım sen de mi Türksün” dediğinde ilk refleksim “Hayır ben Kürdüm” oluyor. Keşke böyle olmasa diyorsun. Ama öğrenmeleri lazım. Başka kimliklerin varlıklarını kabullenmeleri lazım. Türk, sünni ve erkek kimliklerinin cenneti olan bu coğrafyada, farklı kimliklere özellikle LGBTİ+ topluluklarına yaklaşım da çok uçlardadır. Bazıları, bırakalım bunu kabullenmeyi, onur haftası etkinliklerinde yapılanları çok aşırı buluyor. Niye gözümüze sokuyorlar diye kızıyor. Herkes kendi kimliğini doğal akışında yaşasa hiç böyle şeylere gerek kalmaz. Ya inkar ya da aşırı derecede sahiplenme arasında sıkışmış kimlik yaklaşımları sorunlu. Biri kendisine Kürdüm diyorsa, diğeri kendisine LGBTİ+ diyorsa bunun gereklerine göre yaşayabileceği bir ortamlarının olması çok mu imkansızdır? LGBTİ+’ler napıyor ki? Kimliklerini, aidiyetlerini yaşamak istiyorlar. Bu neden insanlara dokunuyor anlamıyorum. Kendim de gidiyorum, yaşadığım şehirdeki onur haftası etkinliklerine her sene katılırım. Bu dünya üzerinde kim kendisini nasıl ifade etmek istiyorsa ve ilkesel anlamda bana ters gelmeyen şeylerse tabi, insanların özgürlüklerinin yanında olurum. Ters bulursam da katılmam bu kadar. Ezilen bir halkın ve bir cinsin üyesi olarak, bundan daha farklı bir yaklaşımım olamaz.  Keza inkarın, nefretin, ayrımcılığın, şiddetin her türüne tanık olduğumuz için, bunu başka topluluklara da reva göremeyiz. 

“Kürt kadın hareketinin ilk gelişim süreçlerine tanık oldum. Erkeğin sende yarattığı duygular, ‘Ya biz erkeksiz bir hiçiz’, ‘Erkekler olmadan biz yolumuzu bulamayız’, tarzı düşünceler. Sen kendi başına, tek başına hayatla karşı karşıya kalmadığın sürece kendini sevme ve güvenme gelişmiyor. Bir kadın olarak tek başına hayatın herhangi bir alanında herhangi bir sorunuyla karşı karşıya kaldığını zaman bakıyorsun ki her şeyin üstesinden gelebiliyorsun.”

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Ben Türkiye'de müzik yapmadım profesyonel anlamda. Şöyle söyleyeyim sadece okul dönemlerinde üniversitede bir de benim kısa bir deneyim oldu o zaman sol bir grubun alternatif bir müzik grubu vardı, Grup Diren, orada da kadın erkek karışık arkadaşlarla müzik yapıyorduk. 90'lı yıllardan bahsediyorum. O zamanın mücadeleci toplulukları arasında henüz cinsiyet kimlikleri sonraki yıllarda değerlendirildiği kadar keskin bir şekilde değerlendirilmiyordu. Kadınlar önce feminist sonra solcu olmuyorlardı. Çok enteresan bir şey vardı o zamanki gelişimin önce sosyalizmi tanıyordun, sonra kendi Kürtlüğünü tanıyordun, ondan sonra kadınlığını tanıyordun. Böyle bir akışı vardı. Yani biz önce Türk sol hareketlerine sempati duyduk, sonra Kürt ulusal mücadelesi, ondan sonra da Kürt ulusal mücadelesi içerisinde kadın olarak cinsiyet kimliği ile ilgili uyanışım gelişti birçok kadın gibi. Çok birikimli insanlar vardı o zamanlarda feminizmi okumuş. Hayatın her alanında kadının varlığını, görünürlüğünü, etkinliğini geliştirmek isteyenler vardı. Ama o zamanlar dediğim gibi zayıftı. İçine doğduğum topluluk bazında söyleyeyim şiddetin çok farklı çeşitlerini kendi çevremdeki kadınlarda görüyordum. Bir çocuk olarak şiddete maruz kalmadım ama kendi annemin şiddete maruz kaldığını gördüm, yanı başımdaki komşuların, akrabalarımın şiddete uğradığını gördüm ve ben ilk feminist dersimi annemden aldığımı düşünüyorum. Benim annem okumamış bir kadındır, köyde doğmuş büyümüş, “Kadınlar mutfakta faresidir, benim gibi olmayın kızım” derdi. Ama annemin çözümü de “İyi bir adam bulun evlenin” idi. Çünkü başka alternatif görmemiş.

“Kadınlar olarak kendimizi sevmenin, kendimize değer vermenin çok elzem olduğunu düşünüyorum ve sanatsal anlamda da bunun örneklerini yapmak için çok ciddi bir çaba içerisinde olduğumu söyleyebilirim.”

Feminizmin ne olduğunu çok sonralarda öğrendim. 20-30 yaşlarım arasında öğrendim ve sonrasında feminizm daha fazla hayatıma girdi. Ama dediğim gibi adı konulmadan yaşadıklarımdan kaynaklı, çevremde gördüklerimden kaynaklı içsel olarak kadından yana olma durumu vardı. Bir hayalim vardı, ben büyürsem bir ev alacağım, annemi yanıma alacağım, bizim evimizde erkekler yaşamayacak. Bir çocuk olarak bunu yaşıyordum çünkü erkeklerin var olduğu yerlerde şiddeti sürekli görmek ben de öyle bir his uyandırmıştı. Ama bunun da feministlik olduğunu, feminizme dair olduğunu çok sonradan öğrendim. O yüzden “feminizm herkes içindir” sözü var ya bu sözü çok seviyorum. Elitist bakış açısıyla feminizmi sadece onun teorisi yapan kadınların hak ettiği, yaşayacağı bir şey olarak görmüyorum. Benim annem bence feministi, anlamda bunu bilmese de adını koymasa da o bir feministti. 

İslam topluluklarında isyan eden bir sürü kadın var. Örneğin müzikal anlamda Ayşe Şan şarkılarına bakıyorum, kadın hiçbir kadın hareketinin olmadığı zamanlarda nelere dokunabilmiş. Ayşe Şan varken bir kadın hareketi yoktu ki koskoca bir erkek dünyası vardı, kadınların şarkı söylemesi yasaktı ve onlar kendi hayallerini gerçekleştirmek için başka şehirlere gittikleri için arkalarından söylenmeyen kalmamıştı. Şarkılarının sözlerine baktığım zaman Kürtçe'yi öğrendiğim zaman daha derin anladım, bütün sözlerinde isyan vardır. Bir şarkısında “Vallahi seni almam billah seni almam/kumanın derdini bu saatten sonra çekemem” diyor Ayşe Şan. Okula gitmiş midir gitmemiş midir bilmiyorum, bunun okumakla, teorisini öğrenmekle alakası yok. Bir kadın bir erkeğe isyan ediyor. Diyor ki ikinci karın olmam, git başımdan. Ayşe Şan’ın, kadınların hiçbir şekilde baskın olmadığı bir dönemde, kadere isyan ettiği şarkıları var. “Qederê” diye bir şarkısı var, kaderine öyle bir isyan etmiş ki bence bir destan gibidir. Öyle bir topluluk ki kadına ne denirse yapması lazım, onun kaderini erkekler belirliyor, baba belirliyor. Abi belirliyor. Anne demiyorum! Annelere boynu bükük kızları hakkında verilen karara uymak düşüyor. Hala öyle değil mi? Aile meclisi oturuyor, karar veriyor, anne çaresiz, onu engelleyemiyor. Bu cinsiyetçi rol dağılımının bütün ödüllerinden erkekler yararlanıyor. Kadınlara da ölüm düşüyor. Ben hep diyorum ödül ile ölüm arasındaki bu ince çizgi, cinsiyetçi rol dağılımıyla ilgili. Bunu gördüğüm zaman feminizmle ilgili düşüncelerim daha da sadeleşti. Dünya feminist literatürünü tanımadan da bilmeden de bunu derin halde yaşamış kadınlar var. “Ben feminizmi biliyorum ben sizi kurtaracağım” değil de kendini koca bir kadın hareketinin ya da sorunsalının bir parçası olarak görüp ortak çözümler üretmek, kendini özgürleştirdiğin ölçüde başkalarını özgürleştireceğini bilerek yaklaşmak... Bu bağlamda baktığım zaman özel olarak klasik bir kadın erkek ilişkisi içerisine girmediğim için böyle toplumda sözü edilen bir erkeğin direkt şiddetine hiçbir zaman maruz kalmadım. Ama erkek egemen bir toplumda sanat yapmaya çalışan kadınlar olarak dünyanın neresinde olursanız olun bu baskıya bir şekilde maruz kalıyorsunuz. Bu çok endirekt yöntemlerle oluyor. Kadın olduğunuz için daha az söz ediliyor yaptıklarımızdan. Hala Avrupa'da kadınlar ile erkekler emeklerinin karşılıklarını eşit alamıyor, eşit işe eşit ücret sorunu var. O yüzden “Hayır ben yaşamadım” da diyemiyorum. Bir de Kürt olarak bizde o 4K meselesi var ya, “Kürt, kadın, komünist, Kızılbaş”, bu kimliklerin tümüne sahip olduğunuz zaman ben böyle bir baskıya maruz kalmadım demek ayakları havada bir söylem oluyor.

“Bir Leyla Bedirxan, örneğin dans etmek için kendi ailesinden uzak kalması çok kolay olmamış onun için. Bedirxan ailesinden bir kadının dans etmesi... Herkes çok büyük kolaylıklar yaşamamış, isterse bey kızı olsun isterse bir çoban kızı olsun fark etmiyor. Herkesin kendi hayatında belli zorlukları oluyor. Ben mücadele öncesi kadın deneyimini kesinlikle sıfırlamak istemiyorum, hatta tersine bunu çok yüceltiyorum; çünkü hiçbir yere dayanmadan, hiçbir yerden güç almadan bunu yaptılar.”

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Bunu çok önemsiyorum, böyle çalışmalar yapmayı da çok seviyorum. Az önce sözünü ettiğim ezilen toplulukların kendinden olanı sevmemesi meselesi kadınlar açısından da vardır.  Ben kadınları koca bir ulus olarak değerlendiriyorum, dünyanın bütün kadınlarını. Biz de bir kadın ulusuyuz. Dünyanın neresinde olursak olalım, dilimiz, kültürümüz, adımız sanımız ne olursa olsun maruz kaldıklarımız ve karşısında mücadele ettiğimiz olguları değerlendirdiğimiz zaman biz koca bir milletiz. O yüzden bizde de bu cinsiyetçi kodlar birçok konuda kadını kendinden olanı sevmemeye hep yine egemen olana öykünmeyi yaratmış. Hitler'in “Topluluklar kadın gibidir” sözünü insan bu anlamda değerlendirdiği zaman erkek egemen siyasetle egemen ulus siyasetinin birbiriyle taban tabana aynı olduğunu görebiliriz. O siyasetin bizdeki etkileri de maalesef bir sürü sözde var, “kadın kadının kurdudur”, “iki kadın bir araya gelirse saç saça girer”, “kadınlar birbirini sevmez” gibi söylemler. Örneğin bunlar kim tarafından söylenmiş, kim bunları bizim hayatımıza, bizim kafamızın içine sokmuş? Kadının cins olarak birine güvenmemesi, arkadaşlıklarının sağlam olmayacağına dair algıyı kim bize dayatmış? Kadınların birlikte bir şey üretemeyeceklerini kim bize söylemiş? Bunların hepsini sorgulamamız lazım. Kadınlar olarak bize dayatılan her kavrama, “günah, ayıp, namus”, bize tabu olarak söylenmiş bütün her şeyi kendi süzgecimizden geçirmemiz lazım. Bize iyi gelen, iyi gelebilecek olan her şey bize bir tabu olarak dayatılmış. Bir de bir yasak olarak konmuş. Bence kadınlar olarak -ki kadınlar bunu uzun zamandır yapıyor, bu konuların hepsini kendi süzgecimizden geçirmemiz, kendi bildiğimizden geçirmemiz, kendi tarihimizi ve geçmişimizi kendi bakış açılarımızla tekrardan yazmamız gerekiyor. Erkek egemenlerin yazdığı şeylerin dışına çıkarak bu günümüzü ve geleceğimizi belirlemek, bu başlı başına bir mücadele alanı. 

Sanat alanında kadınların bir araya gelişinin çok çok önemli olduğunu düşünüyorum. Keşke o zaman Ayşe Şan'ın bir tane arkadaşı olsaydı. Derdini anlatsaydı. O kadar üzülüyorum ki onun derdine... Annesi hasta, ölüm döşeğinde, abileri onun Diyarbakır'a girmesine izin vermiyor. “Heywax Dayê” şarkısını o zaman yazmış. Annesi de demiş ki “Kim benim başıma gelirse gelsin benim Ayşe'm gelmediği sürece bana kimse derman olmaz”. Kadın ölmüş kızını görememiş. Bugün de bunun örneklerini yaşıyoruz. Keşke o zaman Ayşe Şan’ın derdine derman olabilecek bir tane kadın arkadaşı olsaydı. Ben en güzel arkadaşlıklarımı kadınlarla kurdum. Sanatsal olarak da. Sanatsal olarak erkeklerle çalışmalarım yok mu var. Benim bazı projelerin var tamamı erkek sadece ben kadınım. Ama en değer verdiğim 3 tane temel projelerinden birisi Trio Mara'dır.  2011 yılından beri üç kadın olarak yola çıktık ve kadınların söylediği şarkıları, kadınlara dair şarkıları söylüyoruz. Gülseven Medar ve Çiğdem Aslan ile üç sene önce Kurdish Female Voices diye bir proje yaptık, pandemiden dolayı onu şu anda devam ettiremiyoruz ama konserlerimiz olacak Avrupa'da. Çok komplekssiz, karmaşık olmayan bir çalışma sistemi var kadınların.  Kadınlarda o aşamalardan geçmediler mi? Mesela ben Kürt kadın hareketinin ilk gelişim süreçlerine tanık oldum. Erkeğin sende yarattığı duygular, “Ya biz erkeksiz bir hiçiz”, “Erkekler olmadan biz yolumuzu bulamayız”, Güçlenme, kendine güvenme olgusu, sen kendi başına, tek başına hayatla karşı karşıya kalmadığın sürece gelişmiyor. Bir kadın olarak tek başına hayatın herhangi bir alanında herhangi bir sorunuyla karşı karşıya kaldığını zaman bakıyorsun ki sen her şeyin üstesinden gelebiliyorsun. Kendi gücünün farkında olmayan, şiddete uğradıkları kocalarının kumar borcunu ödeyen, orada burada yaptıkları hovardalıkların acısını çeken, çocuklarına bakan, çalışan yüzbinlerce kadın var. Keşke diyorum bir fark etseler nelerin üstesinden geliyorlar, o kadar güçlü ki kadınlar… Kadınlar olarak kendimizi sevmenin, kendimize değer vermenin çok elzem olduğunu düşünüyorum ve sanatsal anlamda da bunun örneklerini yapmak için çok ciddi bir çaba içerisinde olduğumu söyleyebilirim. Mesela burada 3 tane kadın arkadaşım var Avusturya'da, Golnar Shahyar, Basma Jabr, Natasa Mirkovic, biri Bosnalı, biri Suriyeli, biri İranlı. Ortak projelerimiz var, bir araya gelip workshoplar yapıyor, seslerimizi birbirine katıyoruz, konserler yapıyoruz. Bunun yarattığı uyum çok bambaşka; çünkü erkekler ne şekilde olursa olsun bir şekilde bir aşamadan sonra sana ne yapman gerektiğini anlatmaya başlıyor. Daha seni kısıtlayıcı, belirleyici bir davranış içerisine giriyor. Kadınlarda bu yok. Kadınlarla çalışma deneyimi daha farklı. Zamanında MKM çatısı altında Koma Asmin vardı, değişik kadın çalışmaları vardı, bunların hepsini çok ilgiyle izledim ve devamının gelmesini çok ümit ederim. Bence bu konuda hala zayıfız Kürt müzik camiası anlamında söylüyorum. Yapılabilecek çok daha güzel şeyler var ama o bilinç geliştikçe de bunun daha çok gelişeceğini düşünüyorum. Umudum çok güçlü bu konuda. 

“Çok ciddi mücadele yürütmek gerekiyor. Müzikal anlamda da böyle, siyasette de böyle. Her alandaki varlığını kadının doğal akışından ilerlemesini sağlamak. Sen kadınsın, sen LGBTİ+’sin, sen Kürtsün, sen şu’sun demeden herkesin kendi kimliği ile doğal bir hayata katılma süreci mümkün olmalı. Bu olmadığı sürece de işimiz daha bu çok.”

Deyiş, kılam vs. üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Yazmayı düşünürseniz hangi dilde kendinizi ifade edersiniz?

Deyiş formatında henüz yok. Şarkılarım biraz daha farklı formatlarda. Bir eser var deyiş formatına yakın “Berxam” isimli Kirmanckî. Ben Kurmancî ve Kirmanckî yazıyorum. Her albümde birkaç eserim var. Makine gibi üretiyorum diye bir şey yok, belli duygular yoğunlaşınca kendiliğinden geliveriyor. Son zamanlarda burada Avusturya'da bazı müzisyen arkadaşlarımın talepleri oluyor, mesela şu müziğe bir Kürtçe söz yazar mısın diyorlar. Onlarla ortak çalışmalar yapıyorum. 

“Ben de tanık oldum dil genelde annelerden öğreniliyor ve dilin anneden öğrenilmesi o toplumun kendisini egemen ölçülerden kurtarması anlamına da geliyor. Baba neden dil öğretmesin? Bu sıkıntılı bir durum bence ve feministler olarak bu alanda güzel eleştirilerde var bu annelik olgusuna yönelik.”

Deyişleri, ağıtları hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek  istersiniz?

Dengbejlik geleneğini, Kürtçe öğrenmeden insan çok anlayamıyor. Kurmancî öğrendikten sonra o deryayı fark ettim; çünkü dil bilmedikten sonra orada neredeyse rap e yakın bir hızla arka arkaya söylenen sözlerin içeriğini anlamadığında, sende yaratacağı duygu pek güçlü olmuyor. Hatta birçok insan diyor ki “Bu nedir hepsi birbirine benziyor”.  Ama sözler anlaşıldıktan sonra dengbejlikte kadınların çok baskın olduğunu gördüm. Dil yapısına bakıldığında birçok dengbejlik eserinin kadınlar tarafından söylendiğini insanlar anlayabiliyor. Ama tabii içerik olarak mesela gidenin arkasından ağıt yakan bir kadın var, sürekli ağıt yakmaya mahkûm. Aşiret kavgalarında ailesinden bir sürü erkeği kaybetmiş, ailesinin erkeklere ağıt yakan bir kadın var  ya da başkasını sevdiği halde ailesi tarafından hiç sevmediği birisine gitmek zorunda kalan bir kadının ağıdı var. Orada genelde kadın sorunsalı var, gerçi bir şarkının derdi çözüm sunmak mıdır bilmiyorum, o da tartışılır. Kadınların kendi dertlerini ortaya koydukları eserler var Kurmanci dengbejlik eserlerinde. Örneğin, Xale Cemil adlı bir eseri var. 14 yaşında bir kızdır diyor ki "Xale Cemil wez gune me", yani kızı adama veriyorlar,  küçük çocuktur, diyor dayı ben yazığım beni alma. İçeriklerine baktığın zaman bu yanı var. Erkekler tarafından yapılmış sözlerde erotizme giden, kadın bedenini hiç tabusuz anlatan, ona güzellemeler yapan Kürtçe eserler var. Şimdi üzerine insanların belki birbirini öldüreceği sözler. Bilmiyorum bu politik İslam'ın etkisi midir, şarkılar daha bir “terbiyeli” hale gelmiş. (gülüyor) Kadının bedenine dair o kadar güzellemeler yapıyor ki bildiğin erotizm kokan şarkılar var. Artık yok. Bu modern çağda yapılan hiçbir şarkıda öyle bir şey görmüyorum. Yapsan seni linç ederler! (gülüyor) Gerçi var var. Mesela örneğin LGBTİ+ topluluklarında yer alıp kendi müziklerinde onu yansıtan arkadaşlarımız var. Ha onları ne kadar bütün toplum sahiplenir orası tartışmalı tabii. Ama özgürlük alanlarımızı kimsenin denetimine sokmadan var edebileceğimiz bir dönem aslında; çünkü internet var.  Bilişim çağı. İnsanlar kimseye ihtiyaç duymadan şu an yaptığımız gibi eserlerini o kanallardan ulaştırabiliyor. Sen alırsın yüklersin eserini, bir insan ister dinler ister seni linç eder, ignore edersin bitti. Bir şekilde İnsan kendi alanını yaratabiliyor. Eskisi gibi zor değil. Alevi deyişlerine geldiğimde orada kadın genelde güzelliğine methiyeler dizilen, aşkı yücelten bir olgu olarak yer alıyor; ama kadının ağzından söylenmiş deyişleri çok denk gelmedim. Var mıdır bilmiyorum.

“Kürt erkekler Pizza yapan yerlerde çalışıyor. Lahmacun açıyorlar, pizza açıyorlar. Newroz olduğunda, hani yemek standları açıyor ya Kürtler, burada festivallerde de gidip orada kendi yemeklerini tanıtıyorlar. ‘Hadi bayan arkadaşlar!’ bir de ‘bayan’ diyorlardı, çok büyük bir kavgamız vardı, ‘Hadi bayan arkadaşlar yemek yapsın, ekmek açsınlar’ diyorlardı. Ben diyordum ‘Neden, en güzel ekmeği siz açıyorsunuz, ben sizin gibi ekmek açamıyorum, gelin siz açın!’ (gülüyor) Ortak çalışmada bu kadın işidir bu erkeğin işidir ayrımı…”

Kürt müzik kültüründe kadınlar müziğin neresindeler?

Kürt kadın hareketinin gelişim sürecinin öncesini ve sonrasını farklı ele almak gerekiyor. Öyle bir dönem var ki kadınların erkek divanlarında dengbej olarak yerlerini alamadıkları dönemler var. Erkekler kadınların kapalı kapılar arkasında söyledikleri eserlerini dinliyor ve bu sözleri köylere erkekler dağıtıyor. Mahlas olarak da değil, biliniyor bunları kadınların yazdıkları-söyledikleri; fakat kadının odadan çıkıp erkeğin yanında oturması kabul görmediği için erkekler bu görevi alıyorlar. Adını hırsızlık da diyemiyorum, böyle bir sistem. Fakat kadın hareketi geliştikten sonra önce fiziksel bazı tedbirler arkasından gelen bir mantık değişimi var. Mesela Kürt özgürlük hareketi diyor ki “Kadınlar da siyasetin içinde olacak, kadınlar da sanatsal çalışmanın içinde yer alacak, eşit ölçülerde yer almalı”, senin böyle bir direktif üzerinden siyasete girmen veya dengbej divanında oturman cinsiyetçiliğin anında ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Ama ona karşı çok ciddi bir tedbir bu. Bir tabuyu yıkıyorsun. Diyorsun ki hayır kadınlar da burada olacak! Yavaş yavaş gözün alışması  zihniyeti de değiştiriyor. Tersinden yapmaya çalışanlar da oluyor mesela şey var ya “önce sosyalizmi kuralım, önce sınıfları kurtaralım, önce şunu yapalım önce bunu yapalım bunlara da sıra gelir.” Bu bakış açıları bir şeyleri önem sırasına koyuyor ve o durumda kadın özgürlüğü bir türlü bir öncelik olamıyor, kadınların varlığı bir öncelik olamıyor, doğanın varlığı bir öncelik olamıyor, hayvan hakları öncelik olamıyor, LGBTİ+ hakları öncelik olamıyor. Bunun çok kolay bir yolu var hâlbuki: herkesin kendi işlerini yapması ve bunun belli ortak mecralarda buluşması neden olmasın? Niye biri diğerini beklesin, niye biri bir diğerine kurban olsun, neden? Her şeyin kendi içinde bir ABC’si var, her şeyin kendi içinde bir dinamiği var ve bir gelişim süreci var. Bunların hepsinin ortaklaşabileceği zeminler var.   Hiçbir şey hiçbir şeyin hizmetine girmek zorunda değildir, hiçbir şeye kurban olmak zorunda değildir. Bence kadın meselesi çok uzun yıllar bu şekilde kurban edildi, hep başka öncelikler oldu. Ama Kürt belediyelerinde, şu an tabii kayyum atandı belediyelere, belediyeden söz etmek mümkün değil; ama örneğin geliştirilen bazı tedbirler vardı. Eşine şiddet uygulayan erkeğin maaşı kadına veriliyor, şiddet uygulayan erkek partinin hiçbir mekanizmasında yer alamıyor, iki eşli erkekler parti mekanizmalarında yer alamıyor. Bunun gibi başta fiziksel gibi görünen tedbirler belki toplumu tümden değiştirmiyor; ama alıştırarak onlar fark etmeden toplumun kodlarına ciddi bir müdahale ediyor ve bunun üzerinden güzel bir zemin oluşuyor, mücadelenin farklı zeminleri oluşuyor. Dengbej bir kadının o divanda oturması yıllardan beri artık mümkün; ama tabii şu an o kurumlarda kapatıldı maalesef, ama o dengbej divanların hepsinde kadın ve erkek beraber oturuyordu artık. 

Bu zorluklar yok anlamına gelmiyor, eminim ki yine orada o feodal erkek yaklaşımı var, kadına öne çıkma baskısı ya da o kadının ailelerinin kadına “Niye gidip orada yer aldınız?” gibi söylemleri mutlaka mümkündür. Mesela Dengbej Gazin güzel anlatıyordu, kadın Türkiye'nin en büyük sahnelerinde gitti sahne aldı. Maalesef genç yaşta kaybettik onu, sahne duruşu, mikrofon hakimiyeti harikaydı. Kadın, bildiğimiz evinde, barkında, işinde gücünde olan bir kadındı, ev kadınıydı; ama Türkiye'nin her tarafına gitti, sahne aldı, Avrupa'ya geldi. O zemin oluşturulduktan sonra, o mücadele gücünü kadınların birbirinden alması gerçekleştikten sonra, kadınlar inanılmaz cesaretli ve bunu da çok güzel bir şekilde gösterebiliyorlar. O yüzden ben kadın mücadelesinin gelişim süreçlerinden önceki kadınları bu konuda çok yüceltiyorum. O yüzden Ayşe Şan'dan, Meryem Xan'dan bahsettim. Birçok şeye rağmen kendi hayallerinin peşinden gitmiş bu kadınlar. Yanlarında hiçbir insan olmadan. Bir Leyla Bedirxan, örneğin dans etmek için kendi ailesinden uzak kalması çok kolay olmamış onun için. Bedirxan ailesinden bir kadının dans etmesi... Herkes çok büyük kolaylıklar yaşamamış, isterse bey kızı olsun isterse bir çoban kızı olsun fark etmiyor. Herkesin kendi hayatında belli zorlukları oluyor. Ben mücadele öncesi kadın deneyimini kesinlikle sıfırlamak istemiyorum, hatta tersine bunu çok yüceltiyorum; çünkü hiçbir yere dayanmadan, hiçbir yerden güç almadan bunu yaptılar. Ancak sonrasındaki gelişim bizim işimizi çok kolaylaştırdı, onların mirası bize ne yapabileceğimiz konusunda çok büyük feyz verdi. Bence bizim eksiklerimiz var. Bu kuşağın eksikleri var, yapabileceğimiz çok şey varken, zeminlerimiz varken bunları değerlendiremiyoruz ve varlığımızı çok net bir şekilde gösteremiyoruz. Ama mesela 2020 yılında kadın sanatçıların Kürt müziğindeki çıkışlarını çok beğeniyorum, çok güzel gördüm. 2020 yılına dair Bianet'te yayınlanan müzikle ilgili yapılan bir dosya vardı. Kadınlar geçen sene çok aktiflerdi; ama bunun daha da güçlendirilmesi gerekiyor. Çünkü gelenekler, din hala kadın özgürlüğünü sınırlıyor, erkek egemen toplumun bakış açıları cinsiyet rolleri hala çok da aşılmadı, değil mi? Koskoca bir mücadele var, hala kadın katliamlarını günlük olarak duyuyorum, milliyet fark etmiyor, formu-adı-nedeni, her şeyi çok değişik olabilir ama erkekler kadınları öldürüyorlar ve bu noktada kadınların çok ciddi bir sorunsalı var. Bunun üzerinden de çok ciddi mücadele yürütmek gerekiyor. Müzikal anlamda da böyle, siyasette de böyle. Her alandaki varlığını kadının doğal akışından ilerlemesini sağlamak. Sen kadınsın, sen LGBTİ+’sin, sen Kürtsün, sen şu’sun demeden herkesin kendi kimliği ile doğal bir hayata katılma süreci mümkün olmalı. Bu olmadığı sürece de işimiz daha bu çok.

“Avrupalılara kendini dinletmek için İngilizce söylemek zorunda değilsin, ben bugüne kadar sahnede ne İngilizce ne Almanca şarkı söylemedim. Ama ne yapıyorum söylediğin şarkının içeriğini birkaç cümleyle söylüyorum ki, insanlar konserlerime geldiğinde tümden yabancı olmasınlar. Bu melodiler neyi anlatıyor diye aktarıyorum. Mesela ben İstanbul'da müzik yapsam kaç tane Türk beni anlayacak ya da dinlemek isteyecek? Aynur'a  minder atmış orta sınıf bir ekipten söz ediyoruz . Jazz Festivali'ne gidip Kürtçe müzik dinlemeye tahammül edemeyen ‘aydınlar’...”

Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Feminist araştırmacılar inancı olduğu gibi dilin aktarıcısı olarak da kadınları işaret ediyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz, bu alanda kişisel deneyimlerimiz nasıldı?

Devletin girmediği yerlerde örneğin Hakkari sınır bölgesinde, dil kendisini daha fazla korumuş ve erkekler Türkçeyi daha fazla öğrenmişler; çünkü büyükşehirlere onlar gidip gelmiş ve kadınlar köy içerisinde kalmış. Kadınlar daha çok kendi dünyalarında kalmışlar diyebilirim. Burada şuna dikkat etmek lazım, kadına bu rolü verirken onu geleneksel rolün içerisinde tutma tehlikesi var. Bu annelik ile aşırı derecede bir paye yükleyip, anneleri ağlatan topluluklardan olmamak babında da söylüyorum. O kimliği anneliğe, kadınlığa geleneksel anlamlar yükleyen ve bunu enstrümantalize eden bir bakış açısına girmek istemiyorum. Ama anadilin kadınlar vasıtasıyla verildiğine ben de çok tanık oldum. Çünkü onlar daha çok okumuş, daha az gezebilmiş, daha fazla o çerçevenin içine kalabilmişler. Bunu pozitif olarak görmemek lazım bence, insanların bir kalıp içerisinde kalmasının tek pozitif yanı kendi dillerini koruyabilmeleri olmuş. Ama bu kadının sürekli öyle bir yaşam tarzı içerisinde kalmasını kabul eder anlayışa dönüşmemeli. “Sen annesin çocuğunla ilgilen” gibi bu annelik çerçevesine sığdırılan çok tehlikeli şeyler var, geleneksel bakış açıları var. Onun ölçüsünü bence iyi ayarlamalı. Çocuk yetiştirilirken sahip olunması gereken ortak sorumlulukları sadece bir tarafa yüklemek ve sürekli ondan bir beklenti içinde olmak doğru değil. O anlamda çok itibar ettiğim bir şey değil; ama ben de tanık oldum dil genelde annelerden öğreniliyor ve dilin anneden öğrenilmesi o toplumun kendisini egemen ölçülerden kurtarması anlamına da geliyor. Baba neden dil öğretmesin? Bu sıkıntılı bir durum bence ve feministler olarak bu alanda güzel eleştirilerde var bu annelik olgusuna yönelik.

“Avrupa’da bu baskılardan söz edemem, kimse Kürtçe müzik yapıyorsun diye sana kapısını kapatmıyor. Müziğim Kürtçe olduğu için ekstra bir izin almak zorunda değilim. Burada bir albüm çıkardığım zaman sözlerine Kültür Bakanlığı bakmıyor. Albümler Türkiye'de çıktığında bütün sözlerin hepsinin tek tek çevirisini istiyorlar, terörle mücadele kapsamında bir şey var mı yok mu bunu anlamak için, burada böyle bir zorunluluk yok. Ben yaptığım söylediğim dilden ötürü bir diskriminasyonu yasal çerçevede yaşamıyorum.”

Konu buradayken anektod olsun diye bahsedeyim; Avrupa’da bir Alevi kurumunda “ebeveynlik kursu” vardı, çocukları bu kültürde nasıl yetiştirmeli, nasıl uyum sağlamalı çerçevesinde. Ben de bakayım anneler ve babalar nasıl katılım, neler konuşuluyor dedim. Derse girdim, hepsi anne! Dedim “Bunun adını annelik kursu koysanıza!” (gülüyoruz)

Ben o yüzden dedim fiziksel tedbirler bir toplumun değiştiği anlamına gelmiyor. Sadece ciddi bir mücadeleye kapı açıyor. Bu anlamda Kürtleri yine dinamik görüyorum. Çünkü böyle bir derdi, böyle bir tartışması var. Ama erkeklik ve erkek aklı da oldukça yaratıcıdır, her yerden kendisini yaşatmak, kendi devamlılığını sağlamak için türlü yollar ve yöntemler deniyor. Şundan da biliyorum uzun yıllar kadın çalışmaları yaptım, Avrupa'da Kürt kadınlar içerisinde çalıştım, belli projelerde yer aldım, en politik mücadele içinde yer alan erkek arkadaşlar da kendilerini tümden o toplumsal cinsiyet rollerinin dışına çıkaramazlardı.

Ben de bir anekdot anlatayım; Kürt erkekler Pizza yapan yerlerde çalışıyor. Lahmacun açıyorlar, pizza açıyorlar. Newroz olduğunda, hani yemek standları açıyor ya Kürtler, burada festivallerde de gidip orada kendi yemeklerini tanıtıyorlar. "Hadi bayan arkadaşlar!" bir de "bayan" diyorlardı. Bu konuda çok büyük bir kavgalarımız vardı, "Hadi bayan arkadaşlar yemek yapsın, ekmek açsınlar" diyorlardı. Ben diyordum "Neden, en güzel ekmeği siz açıyorsunuz, ben sizin gibi ekmek açamıyorum, gelin siz açın!" (gülüyor) Ortak çalışmada bu kadın işidir bu erkeğin işidir ayrımı... Ben artık bulaşıkları yıkayacağım dediğin zaman vardır ya, işçiler de ilk burjuvaziye karşı mücadele ettiklerinde makineleri kırmışlar! Bu bizim kadınların makinelerini kırma dönemiydi. O yüzden onlar da çok normal şeyler ama belli bir aşamadan sonra anlatmaya çalışıyorsun. Bu ortak bir mücadele. Ben de gidiyorum siyasal mücadele yürütüyorum, örgütsel mücadele öğretiyorum, neden ekmeği yapmak bana düşüyor? Sen de çok güzel lahmacun açıyorsun, gel birlikte yapalım. Ben bunu sırf rol paylaşımı bazında reddediyorum. Yoksa ben de kendi yaşadığım yerde temizlik yapıyorum, kadın olduğum için değil, temiz bir yerde yaşamak istediğim için. Hani daha önce söyledim ya erkekler roller üstünden ödül alıyorlar diye, aslında keşke görebilseler hiç ödül değil, yazıklar, hatta zavallı! (kahkaha atıyor)

“Ben bağımsızım, herhangi bir Kürt kurumuna bağlı çalışmıyorum; fakat Kürt kurumları da bu tür ortamlara gitmiyorlar. Neden bir dünya müzik fuarında Kürt Akademileri stand açmasın? Yüzlerce Kürt sanatçısı var, neden onlar orada temsil edilmesin?”

Bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Bence dilin kaybolmaması için yapılabilecek küçük büyük her şey çok değerli. Ama Kuzey Kürtleri açısından şöyle bir eleştiri yapmak istiyorum. Bundan 20 sene öncesine kadar “Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur” söylemini, politikasını hayatımızın her alanına dayatan bir devlet yapılanması vardı. Bunu aştı mı? Hala aşmadı. “Kürt kardeşlerimiz ayrıdır terör ayrıdır” muhabbetine getirdiler şimdi, “olmayan Kürtler” birdenbire değere bindi. Üzerine herkesin egemenlik savaşı yürüttüğü bir zemin haline getirildi. “Devlet bizi yasakladı, devlet bizi asimile etti” bahanesinin arkasına saklanarak kendi dillerini öğrenmeyen Kürtler var ve bu yaklaşımı kabul etmiyorum. Bunu arkasına saklanılan bir kalkan olarak görüyorum; çünkü dili öğrenmenin bin bir türlü yöntemi var. Mesela devletten hiçbir şey beklemeden, sivil alanda kendimizin yapabileceği şeyler var, örneğin Gule diye bir arkadaş var, kadın Twitter üzerinden İngilizce-Kürtçe dersler veriyor. Ömrümde gördüğüm en sempatik öğretmen olabilir! Yaşadığı yeri de görüyorsunuz, bir köyden elinde telefonla, internet imkanı var, dünya aleme ders veriyor. Herhalde Kürtlerden çok İngilizce konuşan öğrencileri var, bir sürü yabancı insan ondan Kürtçe öğreniyor, paylaşımlarını görüyorum. Biz Kuzey Kürtleri o konuda çok tembeliz ve devlet bizi asimile etti bahanesin arkasına gizleniyorlar.  Bunun belli bir aşamaya kadar anlamı vardı; ama artık yok. Ben gençken hiç kimse kendi çocuğuna Kürtçe isim takamıyordu, ben gençken Kürtçe'den bahsedemiyordum. Bunlara rağmen inanılmaz insanüstü bir çaba vardı. Kürtlerin kültürel kurumları kurulduğu o zeminlerde niye kendi dillerini öğrenmeliler? Tamam bu son 4-5 yıldır bizim kendi kurumlarımız kapatıldı; ama 15-20 yıl en azından bir sürü ciddi mücadele yürüterek arkadaşlar bu kurumları ayakta tutmaya çalıştılar. Bazı Kürtleri tenzih ediyorum. Mesela ben Hakkârili olup da kendi dilini öğrenmeyen ya da bilmeyen kimseyi tanımıyorum, Mardinli olup da kendi dilini konuşmayan kimseyi tanımıyorum. Sınır bölgeleri öğreniyorlar. Mesela Cizre Botan bölgesinde yaşayan insanların hepsi kendi dillerini öğreniyor. Demek ki bu bir gerekçe değil. Ben Kürtlüğümü 16 yaşında öğrendim. Ama 2000'li yıllarda doğan çocuklar kendi kimliklerini bilerek dünyaya gözlerini açtılar. Kürt olarak doğdular. Benim 16 yılımı alan bir şeyi sen doğduğum zaman biliyorsun. Bu çok sert eleştirilmesi gereken bir konu. Kendi anadilinde bir isim alıyorsun, bu ruhsal olarak da hazırlıyor. Biz ne şoklar yaşayarak geldik. Dilimizi, kültürümüzü öğrenene kadar üzerinden gerçekten büyük zaman geçti. En azından şu anda böyle bir psikolojik sorun yok, en azından arkadaşlarımızın öyle bir artısı var. Dil öğrenmemek artık bir gerekçe olmamalı. Mesela nasıl İngilizceyi sonradan öğreniyorlarsa bu dili de sonradan öğrenebilirler. Kurmancî konusunda gelişme var; ama özellikle Kirmanckî konusunda kaybolma riski daha çok var. Bence insan kişisel bir çaba sarf ederek kendi dilini öğrenebilir. Bu konuda devletten bir şey beklemeyeceğimiz de artık aşikârdır değil mi? Kadın erkekten bir şey beklememeli, ezilen bir topluluk kendisini ezenden bir şey beklememeli. Ezenin işi odur, zaten ezmek üzerine kuruludur, sınırlamak üzerine kuruludur, sana yasaklar koymak üzerine kuruldur. Senin işin onları aşmaktır. 

Edebi alanda yazınsal anlamda birçok çalışma var, güzel gelişmeler oluyor. Onları önemsiyorum. Müzikle dilimizi gençlerimize sevdirebiliriz. Ben mesela müzikten doğru dil öğrenmiş bir insanım. Kurmanci bilmiyordum, önce şarkıları öğrendim sonra dil öğrendim. Dili öğrenmesi lazım bu neslin; çünkü onlar öğrenmezse onların çocukları da öğrenmeyecek ve bu dilin aktarımı ile ilgili sıkıntı yaşanacak. Kürtçe bugüne kadar sözlü aktarım geleneğine dayalı olarak gelişmiş. Son 20 yıla kadar sözlü aktarım geleneği vardı. Dengbejlik bunun yoludur. Onları birbirine anlatanlar bunu böyle aktarmış. Kayıt altına alınmış şeylerimiz varsa bile bunları devlet alınmıştır, bize kapalıdır. Bizim müzik arşivlerimiz de başvurabileceğimiz bir kütüphanemiz de yok. Destanlarımız hep sözlü anlatım ile bugüne kadar gelmiş. Bu bile bize büyük bir şey söylüyor, bundan feyz almalıyız. Nasıl bir dildir ki bunca yasağa rağmen sadece sözlü anlatım geleneği ve müzikle bugüne kadar gelebilmiş? Bugünün materyalleri ile bunu daha nasıl ileriye taşıyabiliriz düşünmemiz gerekiyor. Ben kendi adıma bu dilde daha fazla şarkılar yapabilirim. Özellikle Kırmançki için söylüyorum yani kendi anadilinde şarkılar yaparak katkı sunabilirim; ama herkesin kendi alanında yapabileceği çok şey var. Bir de dilin standartlaştırılması ile ilgili Kırmançki’nin dezavantajı sadece kuzeyde konuşuluyor olması.

“Değişik projeleri olan bir insanım, Almanya'da Trio Mara devam ediyor, burada Sakina & Friends var, kurdish female voices var... Bizim her zamankinden daha fazla desteğe ihtiyacımız var, yaptığımız çalışmaların daha fazla insana ulaşması, takibi önemli”

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Avrupa'da çok ciddi bir göçmen problemi var. Bütün toplum “Göçmenler hoş geldiniz” demiyor, “Size ülkemizde yer var” demiyor. Ben de buraya mülteci olarak geldim ama artık buranın vatandaşıyım; fakat Avusturya vatandaşı olup olmamak buradaki bakış açısını değiştirmiyor. Nihayetinde siz yabancısınız, buradaki yabancı kültürler buradaki toplum içerisinde kabul görüyor belli bir süreç sonra. Genel bir şey söylüyorum Kürt, Türk, Arap; bununla alakalı değil. Çünkü Avrupa toplulukları yeni, özellikle bizim coğrafyadan gelen insanlara bir korku ile bakıyorlar. Önyargıları var. Bu onlara kendinizi nasıl anlattığınız ile ilgili bir durum; ama burada da insan hakları ve özgürlüklerinden yana alternatif bakış açısına sahip bütün insanlar seni az önce söylediğimiz o doğal akışta kabul ediyor. Senin dilini öğrenmeye çalışanlar bile oluyor. Tuhaf geliyor ya “Alman Türkçe öğrenmiş”, “Alman Kürtçe öğrenmiş” niye şaşırılıyor? Ben de onun dilini öğreniyorum, ben de İngilizce öğreniyorum ya da biz de Almanca öğreniyoruz, değil mi? Türkiye'de herkes birbirinin gözüne sokarcasına İngilizce konuşuyor, neden biz bu dilleri öğrenirken kimse “Türk gelmiş bizim dilimizi öğrenmiş” diye şaşırmıyor. Kürtçe şu anda çok popüler. Bakıyorsun Danimarka'da bir kadın topluluğu Kürtçe şarkı söylemiş. Bakıyorsun "Aaaaaaa, Danimarkalı kadınlarda Kürtçe şarkı!" yok işte "Fransız kadın Kürtçe şarkı söyledi!".  Kimse dünyanın hiçbir yerinde bunları yapmıyor. Göçmenlik benim hayatımda zaten çok önemli bir şey oldu. Biz hepimiz göç yaşamışız, biz Kürtler. Arkanda çok acı şeyler bırakıyorsun, koskoca bir geçmiş hayat, arkadaşlar, büyüdüğün toplum, konuştuğun dil, kendini ifade edebildiğim kültür kodları, her şey ve güzergahından geçtiğin her yerden bir şey alıyorsun, geçtiğin her yere de bir şey bırakıyorsun. Ben de mesela Avrupalılarla böyle bir ilişkiyi önemsiyorum. Ben de bakın şarkılarımı size getiriyorum, sizden bir şey almaya gelmedim; çünkü Avrupalılarda şöyle bir korku var, şimdi Türkiye'de de var ya işte Suriyeliler geldi diye burada da var. Suriyelilerin parasını Birleşmiş Milletler ödüyor, Mülteciler Komisyonu ödüyor, Türkiye'de insanları almış “Suriyeliler bizim vergi borçlarımızdan yiyor”... Arkadaşım sizin devletinize Avrupa Birliği sırf o mülteciler orada diye yılda 3 milyar Euro ödedi. Hala Suriyeliler ile ilgili ne kadar acı haberler görüyoruz. Kadın ticareti, organ mafyası, insanların ucuz işgücü olarak kullanılması, sigortasız çalıştırılmaları, iş kazaları, kim vurduya gitmeler, sokaklarda öldürmeler....  Pardon ama hiçbir Suriyelinin durumu öyle aman aman değil ve bu insanların hepsi bir savaştan dolayı kaçıp geldiler. Suriye'de de onların evleri vardı, hayatları vardı... Onların bırakmak zorunda oldukları bir hayatları, standartları vardı. 

Avrupa'da sen geldiğin zaman buranın dilini öğrenmek zorundasın, sanat yapıyorsan da onların ruhuna diyebilecek bir müzikal form yaratabilmek gerekiyor. Sen dilini bilmediğin bir şarkıdan etkilenebiliyorsun. Yoldan geçerken duyduğun bir şarkı birdenbire tüyleri ürpertiyor. O yüzden müziğin avantajı var. Avrupalılara kendini dinletmek için İngilizce söylemek zorunda değilsin, ben bugüne kadar sahnede ne İngilizce ne Almanca şarkı söylemedim.  Ama ne yapıyorum söylediğin şarkının içeriğini birkaç cümleyle söylüyorum, insanlar konserlerime geldiğinde tümden yabancı olmasınlar. Bu melodiler neyi anlatıyor diye aktarıyorum. Mesela ben İstanbul'da müzik yapsam kaç tane Türk beni anlayacak ya da dinlemek isteyecek? Aynur’a minder atmış orta sınıf bir ekipten söz ediyoruz. Jazz Festivali'ne gidip Kürtçe müzik dinlemeye tahammül edemeyen "aydınlar"... O yüzden sanırım Türkiye'de çok zor olurdu. Ben MKM'de çok kısa bir süre yer aldım, ilk kuruluş dönemlerinde, hiç kolay değildi. İzlenmek, polisten kaçmak sürekli kuliste bir arabanın seni arkadan kaçırması, şu anda mesela Kürtçe konserlere izin verilmemesi. Bir sürü sıkıntı var. Avrupa’da bu baskılardan söz edemem, kimse Kürtçe müzik yapıyorsun diye sana kapısını kapatmıyor. Müziğim Kürtçe olduğu için ekstra bir izin almak zorunda değilim. Burada bir albüm çıkardığım zaman sözlerine Kültür Bakanlığı bakmıyor. Albümler Türkiye'de çıktığında bütün sözlerin hepsinin tek tek çevirisini istiyorlar, terörle mücadele kapsamında bir şey var mı yok mu bunu anlamak için, burada böyle bir zorunluluk yok. Ben yaptığım söylediğim dilden ötürü bir diskriminasyonu yasal çerçevede yaşamıyorum. Ama burada da mültecilere hoşgeldiniz diyen de var yabancı kültürden korkanlar da var. Bizim konserlerimize gelenler zaten bu “hoşgeldin” kültürüne sahip olan insanlar. Senin orada Kürtçe müzik yapacağını biliyor. Ermenice, Kürtçe, Türkçe, Azerice, Farsça şarkılar söylüyorum örneğin, Ortadoğu dillerinde söylüyorum. Açıkçası batı dillerinde söylemeyi düşünmüyorum. İnsanlar konserlerime bunu bilerek geliyorlar. Zaten yabancı kültürü sevmeyenler senin kenarından bile geçmiyorlar. Sadece bizim alternatif diyebileceğimiz Avrupalıların acı eşiğinde bir fark var. Avrupalılar acıya çok dayanıklı bir topluluk değil. Avusturya'da en son silahlı saldırı bulunan kırk sene önce yaşanmış. İslamcı birisinin silahlı bir saldırısı oldu Kasım ayının başıydı galiba, 4 insan öldü ve 20-30 kişi yaralandı. Buradakiler şok oldu. Düşünebiliyor musun böyle bir hayatı karşılaştıralım: şimdi kırk senedir bir insan hayatında silahlı saldırı duymamış, Almanya'da G20 zirveleri olduğu zaman, 1 Mayıslarda anarşistler polisle kavga eder, gaz sıkılır,  zaman zaman Almanya'da polis göstericilere silahla ateş açmış; ama bizim coğrafya ile asla karşılaştırılamaz. Bir lüks bu. O saldırı olduğu zaman dedim ki dünyanın bir yerinde insanların günlük rutini haline gelmiş bir olay burada kırk yıldır yaşanmamış. Bu olaya tanık olanlar da tedavi görüyorlar, terapi görüyorlar, bir bakıyorum ki bunu küçümsüyorum. Niye küçümsüyorsun, insanlar bunu görmemiş ki! Bu nasıl bir arsızlıktır diyorum sonra kendi kendime. Ne kadar yazık değil mi buna alışmak. Asıl bizim terapi görmemiz lazım. İnsanların bu insanların terapi görmesini tuhaf karşıladığımız için bizim terapi görmemiz gerekiyor. O yüzden insanların acı eşiği burada çok düşük, bizim şarkılarımız da aşırı derecede acı içerdiği için belli bir yerden sonra o dozaja dikkat etmezsen insanlar nefessiz kalabiliyorlar. Bu kadarı bana yeter diyorlar. Mesela ben genelde konser verirken “Bu coğrafyadan geliyorum, bu sanat yaşadıklarımın yansıtır ama umut var” diyorum. Sürekli biz Kürtlerin aşırı bir söylem olacak ama kurban edebiyatı yapmamız, mağdur edebiyatı yapmamız insana gına getirtiyor. Acının dışına çıkarak, ona uzaktan bakarak nasıl yerli yerine oturtabiliriz? O konuda ciddi bir çalışma yapmamız lazım. Öyle olduktan sonra biz haklıyız kurban edildik ama haklıyız, bize bu yapıldı... Biz mağduruz demekle ben haklıyım demek arasında söylemde de duruşta da fark var. O yüzden mağduriyetimizi değil ama haklılığımızı daha çok işleyen tavırlar daha iyi oluyor. Ben diyorum ki ben bir Kürt kadın sanatçıyım, Kürt halkının bir topluluğun üyesiyim. Ben onların yaşadığı o sistematik asimilasyon politikasının ve baskı politikasının sonuçlarını yaşadım ve benim hikâyem belki de hafif olanı. Ağır hikâyeler yaşamış olanlar var daha ailesinden onlarca insan katledilmiş, yıllarını hapislerde geçirmiş insanlar var. Onları görseniz ne yapacaksınız siz? Bir insan üzerinden bir toplum hikâyesi nasıl okunur? Sanat yaparken de Dersim katliamı ile ilgili bir anı vermek, onları sarsmak ama sonunda her şeye rağmen “Biz varız! Bakın bizim dilimiz ölmedi, kültürümüz ölmedi ve biz umut eden bir toplumuz, mücadele eden bir toplumuz!” diye bunu da verdiğimde güzel bir denge ortaya çıkıyor. Dinamik oluyorsun. Aşırı mağduriyet içeren şeyler seni dinamik kılmıyor. Dünyanın birçok toplumuna istenebilen çok az sanatçı var mesela şu anda Aynur dünyanın en prestijli yerlerine çıkıyor. Kendi kimliği ile, kendi diliyle oraya gidip şarkılarını anlatıyor insanlara. Avrupa'da Kürt müziğinde çok güzel şeyler yapan arkadaşlar var. Bir toplumu derdini meramını doğru anlatabilmek açısından ben bunları önemsiyorum. Senin konserlerine gelenler dünyanın yükünü sırtına alıp çıkmasın, oraya gelince senden biraz feyz alsınlar. “Bak her şeye rağmen direniyor, bir halk ayakta duruyor, bu kadar asimilasyona rağmen hala dilleri yaşıyor ölmedi” gibi. O anlamda işimiz zor. Ben şu anda kendi dilimi bilen dinleyicilere uzağım, kendi topraklarında müzik yapması gereken bir insanım. İnsanlar benim müziklerimi ancak online platformlarda dinleyebiliyorlar. Zaten çok yüksek olanlar değil bunlar çünkü göz önünde olmadığın zaman insanlar senin varlığını bir yerden sonra unutuyor. Bir de biz Kürtler olarak destek alabilen yani kültürünü yaymak açısından kurumları olan bir millet değiliz. Her sene dünya müzik fuarlarına gidiyorum, dünyanın değişik alanlarından gelip etnik müzik yapan insanlar bir araya geliyorlar. Binlerce insan, onlarca plak firması, konser organizasyonları, festivaller oraya geliyorlar ve sen sanatçı olarak gidip kendi müziğini tanıtıyorsun, kendine pazar arıyorsun açıkçası. Kültür Bakanlığı tarafından destek gören müzisyenlerin kendini ifade edişleri ile bizimki arasında büyük bir fark var. Biz kişi olarak gidiyoruz, hiçbir kurumun desteği olmadan. Katılım ücretleri oluyor, yol paramızı, barınmaya ücretimizi kendimiz ödüyoruz. Mesela Türkiye Kültür Bakanlığı oraya 30-40 kişi birden gönderiyor, adamlar gelip orada çalışmıyorlar bile, geziyorlar. Orada Kültür Bakanlığı tarafından destek görmüş, harika reklam materyalleri oluşturan en güzel standları kuranlar gerçekten bir kurumu olan ve kurumlarından destek alanlar oluyor. Biz Kürt müzisyenler bu konuda maalesef desteksiziz. Her şeyi keni tırnaklarımızla, kendi kişisel çabalarımızla yaratmak zorundayız, bu da hiç kolay olmuyor. Kendi halkından uzak, kendi dinleyiciden uzak, onlardan fiziksel olarak kopukken yepyeni bir alanda yeni dinleyiciler yatmak zorundasın ve insanların anlamadığı bir dilde müzik yapmak zorundasın. Öyle bir şey yapmalısın ki insanlar seni kabullensin, yüreklerine açsınlar sana... Bunun için de büyük bir çaba gerekiyor. Biz hala bu anlamda yolun başındayız. Ben bağımsızım, herhangi bir Kürt kurumuna bağlı çalışmıyorum; fakat Kürt kurumları da bu tür ortamlara gitmiyorlar. Neden bir dünya müzik fuarında Kürt Akademileri stand açmasın? Yüzlerce Kürt sanatçısı var, neden onlar orada temsil edilmesin?

Eklemek istedikleriniz için serbest alan:

Pandeminin zor koşullarında herkes gibi sanatımızı icra ederken yaşadıklarımıza dair belki birkaç sözüm olabilir.. Ben değişik projeleri olan bir insanım, Almanya'da Trio Mara devam ediyor, burada Sakina & Friends var, Kurdish Female Voices var… Bizim her zamankinden daha fazla desteğe ihtiyacımız var, yaptığımız çalışmaların daha fazla insana ulaşması, yaptığımız çalışmaların sosyal medya kanallarımızdan takibi ve dinlenmesi konusunda bir talebim veya dileğim olabilir.