10 Nisan 2021 Cumartesi

Eda Tanses: “Üretirken ilham kaynağım doğanın tümü”

 

Eda Tanses: “Üretirken ilham kaynağım doğanın tümü”
    Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Bazen temel taşlarından birinin müzikten oluşan bir ailenin içine doğmuş olmak, insanı tutku ile hayat felsefesi arasındaki ince çizgiyi ayırt edebilmekte zorluyor diye düşünüyorum. Müzik yapabilmek için büyük bir çaba veya mücadele etmem gerekmedi hiç. Bunun olumlu yanları elbette hayatıma çok güzel bir şekilde yansıdı ve yön verdi. Böylece çok küçük yaşta müzik eğitimi almaya, beş yaşımda konservatuara gitmeye başladım. Bazen insanın büyük bir mücadele vermeden elde ettiği şeylerin ne denli büyük bir tutku ve aşk barındırdığını anlaması için bir kayıp yaşaması gerekebiliyor. Bende de öyle oldu. Profesyonel anlamda da müzik yapmak istediğimi idrak ettiğim yıllarda, bu isteğimin salt içine doğmuş olduğum bir ortamdan ibaret olmadığını, aslında tüm kişiliğimi, beni, anlatmak istediklerimin ana kalıbını oluşturduğunu fark etmem, maalesef ses tellerimden geçirdiğim ciddi bir rahatsızlık ve ameliyatla birlikte oldu. Daha sonrası tekrar şarkı söyleyebilmek, sesimi geri kazanabilmek adına verdiğim zor ve mücadele dolu bir süreçti. Hala bu sürecin izleri ile boğuşuyorum zaman zaman.

Babam Türkiye, Yıldız Teknik Üniversitesi, makina mühendisliği bölümü mezunu. Ardından altı yıl, İstanbul Belediye Konservatuar ihraciyetinde Adnan Ataman'ın şefliğinde devam etmiş. 1980 yılında Almanya'ya gelerek hayatının geri kalanını burada hem müzik öğretmenliği yaparak hem de birçok değerli kültürel projeye imza atarak geçirmeye başlamış. Birçok çocuk müzik kitabının yazarı olmasının yanı sıra öyküleri ile halk türkülerini ele alan çok değerli araştırmaları ve çalışmaları topluma kazandırmış bir isimdir. Almanya’da Pir Sultan’dan, Yunus’a, Öğeler - Elemente, Hacı Bektaş Veli geceleri gibi birçok projeyi sahneye taşımış ve öncüsü olduğu her projeyi Türkçe-Almanca iki dilli hazırlayarak Avrupa’da kültürümüzü evrensel bir topluma kazandırmıştır. Bu vesile ile ilk vokallik deneyimlerimi 6 yaşında Çocuklar Binbir Çiçek adlı albüm çalışmaları sırasında yapmış oldum. Aynı zamanda annem de sanatla iç içe olmama, resim ve fotoğraf sanatı ile ilgilenmeme vesile olmuştur. Dolayısı ile müzik hayatımda bir seçimden çok, içine doğduğum bir olgu oldu. Çok dillilik ve evrensellik de ailemizin temel taşlarından biriydi hep. Kendimi bildim bileli bu tür ortamların içinde oldum. Bir çok yazarla, şairle, ressamla ve müzisyenle tanışma, sohbetlerine küçük yaşta şahit olma şansım oldu. Bir noktadan sonra müziğin sadece ailemin değer verdiği büyük bir kültür mirası olmadığını, bundan da öte bir tutku barındırdığını ve kendimi ifade edebildiğim, konuşabildiğim diğer dillerden farklı bir dil daha olduğunu görmemle yolculuğum başladı.

Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Dünya tarihine baktığımız zaman birçok kültür ve inançta müziğin her daim önemli bir yeri varmış. Eskiden birçok kültür ve inançta ayin müzikleri büyük bir önem taşırmış. Almanya’da örneğin buna sakral müzik denir, Tanrı ile dara durmak, anlaşmak, uzlaşmak için icra edilir. Afrika geleneksel müziklerinde de, Hindistan kültürünün birçok yerinde de görebiliyoruz müziğin inanç boyutundaki önemini. Dünya üzerinde birçok kültür ve inançta müzik bir nevi Tanrıya giden yolu temsil etmiş hep. Mamoste Cemîl Qoçgîrî, sık sık tenbûr atölye çalışmalarında bizlere müziğin bölgesel ve kültürel tarihinden bahseder. Ülkelere ve bölgelere göre farklı ritim, tavır ve makamlarla icra edilişini hem teorik aktarır, hem de bu farklı tavırları tenbûr üzerinden öğrencilerine sunar. Özellikle ondan aldığım eğitime dayanarak şunu söyleyebilirim ki, bir çok kültürlerde ritim ve nefesli ile bu köprü kurulurken, Alevi-Bektaşi inancında duaz ve tenbûr ile yol’a mana yüklenip günümüze uzanmış. 

Dünyanın birçok yerinde maalesef ki kültürel yozlaşmanın, müzik tarihini de köklerinden kurutmaya başladığını, yüzeyselleştirdiğini görebiliyoruz bugün. Buna rağmen Alevi-Bektaşi inancında müzik hala bir nevi derinliğini ve manasını koruyabilmiş. Cemlerde, mesela ikrar-görgü cemlerinde, topluma açık olan cemlerde, katılan halkı bir aleme hazırlamak için, zakir yavaş ritimlerle başlar Pervaz 1-2-3-4 diye kademe kademe ceme katılanları bir trans haline koyar, kutsal köprüyü kurar. Bu Cemler günümüzde hala insanın Tanrı ile yüzleşmesini sağlamak için düzenlenir. Bir çok gelenek günümüze kadar uzanmayı başarmışsa da maalesef Alevi-Bektaşi felsefesi, inanç ve müziği de günümüz yozlaşması ve batılaşmasından nasibini almaya çoktan başlamış olduğunu görebiliyoruz. İnsanın doyumsuz egosu ne kadar bu büyük mirastan uzak kalırsa, o kadar korunup yarınlara taşınabilir diye düşünüyorum.


Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Sanatsal anlamda bu tarz tutumlara maruz kalmadım. Sanırım hem içinde bulunduğum ortamın yalınlığı, aynı zamanda popüler kültürden ve telaş içinde bir sanat icra etmekten oldukça uzak, kendi halimde bir anlatma kaygısı ile sanatımı icra ettiğimden kaynaklanıyor bu durum. İki erkek kardeş ablasıyım. Evin tek kızıyım. Her türlü cinsiyetçi yaklaşımdan uzak bir ailenin içinde büyük üçümüzde. Bu tarz tutumlar ne evimizin içinde yer buldu, ne de yakın çevremde olmasına izin verildi. Ana haber bültenlerinde, sosyal medya platformlarından zaman zaman şaşkınlık ve öfke içinde, bu gerçeğin bilincinde ve farkında olarak, üzülerek takip ediyor ve yer yer bu yüzyılda hala böyle şeyleri aşamamış olmaktan ötürü utanıyorum.

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Kadın erkek ayırmaksızın böyle bir platforma, hatta birçok alanda bir çok platforma hepimizin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Özellikle günümüzde insanların bırakın kadın erkek, benzer fikir ve düşünceleri paylaştıkları halde bile pek bir araya gelemediğini gözlemliyorum. İnsanların artık kolektif halinde, birlik ve beraberlik duygusundan uzak hareket ettiğini görmek beni üzüyor. Batılılaşmanın, son yüzyılın dünya düzeninin bize hür ve bağımsız olmak için, her türlü aile, sosyal, kültürel ve toplumsal bağlamlardan uzak durmamız gerektiği yalanının getirileri bunlar biraz da, diye düşünüyorum.

Kadın dayanışmasını önemli bulduğum kadar, kendi içinde de cinsiyetçi bir hal alabildiğini görüyorum zaman zaman. Maalesef genelde kadınların birbirine engel olup, destek olmadığı, aksine hayatı zorlaştırıcı yargıları ile hareket ettiğini bir çok kez tecrübe etmek zorunda kalan tarafta duruyorum. Kadınların eşitlik, adalet gibi günümüzde konu bile olmaması gereken taleplerini haklı ve bir o kadar da önemli bulsam da, günümüzde bir değişim bekliyorsak, eşitlikten bahsediyorsun, bunun mücadelesi de eşit bir şekilde, kadın-erkek yan yana yürüyerek verilmeli diye düşünüyorum. Bilincin ve zihniyetin değişmesi için ortak bir mücadele şart bence. Aksi takdirde uzun vadede bir şeyin değişeceğine inanmıyorum.


Şarkı yazarken motivasyonunuz nedir? Hangi tarz içerikler üretmeyi tercih ediyorsunuz?

Aslında üreten tek bir Eda yok, farklı âlemlerde gezgin, farklı anlatma kaygıları taşıyan Eda’lar var. Anlatılmak istenen duygu ve düşünceye göre yazdığım sözün de, yaptığım bestenin de tınısı, rengi, kalıbı değişebiliyor. Zamanın ruhuna uygun bir durumu anlatmak için nar’a toprağa, gül ile bülbüle başvurmam biraz zorlama olabilir. Dolayısı ile daha popüler tınılara daha güncel, hayatın içinden kelimelere başvurarak bir şeyler üretiyorum o zaman. Aynı şekilde ruhumu farklı bir zaman diliminde yolculuğa çıkardığım zaman geleneksel söz ve müziklerimize daha yakın besteler ortaya çıkıyor. Bunun dinleyici için zenginlik olabildiği kadar, yorucu ve kafa karıştırıcı da olabildiğini gözlemledim son yıllar içinde. Bunu resim sanatı veya yazı dili ile dile getirdiğimde pek kimse çıkıp kalıplara ayırmaya kalkmıyor icra ettiğimi. Müzikte öyle olmuyor maalesef. Sık sık yaptığım birbirinden farklı besteleri yan yana getirip hem alternatif müzik, popüler müzik üretip, nasıl böyle türküler besteleyebiliyorsun diye övgüler aldığım kadar, eleştiriler de alıyorum. Uzunca bir süre bunun içsel hesaplaşmasını kendi içimde yaşadım. Bana bir karar vermem gerektiğini söyleyen insanların seslerini kendi içimde yankılattım. Bazen toplumun eksikliklerini, sırf çoğunluk oldukları için içselleştirmemem gerektiğini, alışa gelmişin dışında da bir dünya olabileceğini kendi içimde kabul etmeye başladım. En çok da babamın yardımıyla, bana farklı olduğumu, birçok dil ve kültürle büyüdüğümü, insanların bunları anlaması için zamana ihtiyaçları olduğunu tekrar tekrar anlatması ile durulmaya başladım. Sanatla bu denli iç içe olmamın belki de en büyük sebeplerinden biri, hayatın içinde asla kendine yer edinemeyen hüzünlerimiz, günlük hayatımızda telaşla devirdiğimiz saatlerin karşılığı üzüntülerimizdir. İçinde yaşadığımız düzen hiç bir duyguyu derinlemesine yaşayabilecek vakti bizlere tanımadığı için, sevinçlerimize de, hüzünlerimize de sanattan yapma duvarlar örüyor, onları kendi inşa ettiğimiz evlere yerleştiriyoruz. Her şeyiyle, tüm dayatmalardan uzak kendimiz olabildiğimiz bir alandır ürettiğimiz her şey. Hem bu dünyadan olabildiğince uzak, hem de aslında ta kendisi. 

Üretirken en büyük ilham kaynağım başta ağaçlar, ormanlık alanlar olmak üzere aslında doğanın tümü. Boş vaktimi doğada uzun yürüyüşler yaparak geçirmeyi çok seviyorum. Doğadan inanılmaz güzel güç ve ilham alıyorum. Müzik sanatının yanı sıra, resim, şiir, fotoğraf ve öykü yazmayla da ilgileniyorum. Bazen çizdiğim bir resim sonradan yazdığım bir şarkı sözüne ilham oluyor. Bazen çektiğim bir fotoğraf bir sonraki bestemi şekillendiriyor. Dünyaya sanatı ile dokunabilmiş, kendinden bir renk katabilmiş şairlerin, ressamların, müzisyenlerin izlerini takip etmeyi, sanatla uğraşan insanların sayfalarında, kitaplarında, galerilerinde gezinmeyi çok seviyorum. Zaman zaman bir kafede kahvesini tek başına yudumlayan bir insanın hüznünden esinleniyorum, bazen kahkaha içinde dondurmasını yiyen bir çocuktan. Aslında aynı şeylere farklı pencerelerden bakabilen herkes bir ilham kaynağı üretim süreci için.


Üretirken hangi dilde yazmayı tercih ediyorsunuz? Sizce anadil aktarımda nasıl bir rol oynuyor?

Genelde anadilim olan Türkçe’de üretiyor, duygu ve düşüncelerimi müzikte Türkçe ifade etmeyi tercih ediyorum. Türkçe benim için daha şiirsel, daha duygusal bir dil Almanca ile karşılaştırdığım zaman. Sanırım büyürken iki veya çok dilli yetişen bir çok çocuk gibi farklı kategorilere ayırıyoruz dilleri. Ailemin bu konuda tutumu çok netti. Ana dilini öğrenmeyen daha sonra hiç bir dile yüzde yüz hakim olamaz, kendini ifade edemez derlerdi hep. Evimizin içinde belli bir yaşa gelene kadar sadece türkçe konuşulur, evin dışında ise tam aksine sadece almanca konuşmamız tembih edilirdi. Akşamları ana dilimizde öykü ve masal kitapları dinleyerek ve okuyarak büyütüldük. Evimizde halk türküleri çalınıp söylenirdi. Elbette bunların da ana dili ile kurulan duygusal bağda etkeni büyük. Böylece zaman içinde kendimi genel anlamda daha net ifade ettiğim dil almanca fakat daha duygusal bir bağ kurup, iç dünyamı dile getirdiğim dil türkçe oldu. Hayatımın bir dönemini İngiltere'de yaşayarak geçirdim. İngilizceyi daha sonra orada öğrenmeme rağmen, aynı tutku ve derinlikle İngilizce’de de yazabildiğimi ve yazmayı sevdiğimi farkettim. Sanırım kendimi ifade edebildiğim her alanı, her dili seviyorum fakat özümde hissettiğim duyguları en samimi şekilde ana dilimde aktarabiliyorum.


Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Alevi müzik kültüründe kadın nerededir sizce, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bunun çok hassas bir konu olduğunu düşünüyorum. İlk önce tek bir Alevilik üzerinden yorumlanamayacak bir konu olduğunu belirtmek istiyorum. Atalarımızın yaşam biçimine baktığımız zaman kadın erkek eşitliği ile, topraklarına hükmeden düzenin içerisinde, bir çok inanç ve gelenekleri ile var olamayacakları gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Deyişlerin günümüze aktarılış şeklinde bunun maalesef payı büyük diye düşünüyorum. Günümüz Aleviliği üzerinden yorumlarsak, Alevilik soy üzerinden devam ettirilen, erkek üzerinden aktarılan bir inança sahip hale gelmiş durumda. Dolayısı ile barındırdığı eşitlik felsefesinin aksine ata erkil ve erkek üzerine kurulu bir inanca dönüşmüş gözüküyor. Bir gözlemci olarak diyebilirim ki; Pirleri, Dedeleri kendini soy üzerinden tarif ediyorlar. Deyişleri artık kadınların da icra ettiğini görsek de, genelde erkek perspektifinden yorumlandığını görebiliyoruz. Fakat aynı zamanda eski anadolu aleviliğine baktığımız zaman, Aleviler ve Bektaşiler Osmanlının kuruluşundan bu zamana, çeşitli baskılar altında yaşadıkları için, yaşadıkları topraklardaki düzenin baskısı altında kadın olarak değiş söylemeleri yasaktı. Erkeğin yanında eşit yer almaları yasaktı. Tüm ibadetleri, gelenekleri, deyişleri ve nefesleri gizli söylemek zorunda kaldıkları için, kadının deyiş söylemesi, eline saz alması yasak olduğu için günümüze bu şekilde aktarılmasını, bir çok deyişin yok olmuş olmasını, sözlerin değişmiş olmasını garipsemiyorum.


Anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Bir dilin yok olması, yozlaşması bir kültürün ve bunun beraberinde bir toplumun yok olması demektir. Genel bir eğitim sisteminin, insanların içinde yaşadığı coğrafyanın, politik sistemin önemi her ne kadar tartışılmayacak kadar büyük olsa da en büyük sorumluluğun ve pay’ın ebeveynlerde olduğunu düşünüyorum. Anne, Baba, genel anlamda aile ana diline ne kadar değer verirse, çocuk da o kadarını kendine katıp bir adım öteye taşıyabiliyor. Kendi coğrafyamızda sahip çıkamadığımız her dil, her kültür tüm ülke için çok büyük ve çok acı bir kayıptır. Keşke tüm zenginliklerimizin daha çok farkına varabilseydik, birbirimize, en başta kendi nefsimize sahip çıkabilseydik.

Siz kendi anadilinizden başka dillerde de şarkı söylüyorsunuz, bu alanda ilerlemek ister
misiniz ya da neler yapmak istersiniz?

Aslında bu biraz yetişme tarzı ve bir çok kültürün içinde doğup büyümekten kaynaklanan bir durum diye düşünüyorum. Bölgecilik yapacak ne bir bölgem oldu, ne de ailemin anlatımlarının dışında bire bir çocukluğumu içeren bir köyüm. Her türlü sınırlardan uzak yetişmenin yalnızlık ve hüzün içeren kısmının dışında, yüksek duvarları olmayan, dışlayıcı her düşünceden uzak bir dünyası da olabiliyor. Her dil yeni bir kültür ve bunun beraberinde koskocaman yeni bir dünya demek. Bu dünyaları keşfetmek, kendi dünyama katmak ve bununla harmanlamak bana çok büyük bir zenginlik ve haz katıyor. Hangi ülkeden, dilden ve kültürden gelirsek gelelim ingilizce şarkı söylediğimizde nasıl evrensel sayılıyorsak, Kürtçe, Ermenice, İspanyolca v.s. v.s. söylediğimizde de geçerli olmalı bu durum. Keşke dilim dönse, bu konuda özel bir kabiliyetim olsa, yerine göre tüm dilleri harmanlayıp ortak duygularda buluşturabilsem. Şimdiye kadar gerçekleştirdiğim projelerde özellikle böyle bir çok dillilik çabası içine girmedim. Kendiliğinden böyle gelişen, o anın duygusuna en yakın geleni icra etmeye çalıştım sadece. Yine de bu alanda çalışmaların artmasını önemli buluyorum. Özellikle sanatın ve sanatçının insanlara, onları ayıran değil, ortak duygularda buluşturan noktaları aktarmakta büyük bir sorumluluk düştüğünü düşünüyorum. Politika maalesef bu alanda dünyaca eksik ve başarısız kaldı, belki de gerçekten sanat değiştirecek dünyayı.

Yakın zamanda ilk EP’niz Güldeste den, Dilhûn adlı çalışmanız yayınlandı, sürecini
anlatır mısınız?

Dilhûn daha önce tekli single olarak Erdem Pancarcı ile birlikte Ahenk Müzik etiketi ile çıkarmış olduğum bestelerimden biriydi. Klibini Begüm Atakan’ın yönetmenliğinde İstanbul’da çekmiştik ve yaklaşık üç sene önce dinleyiciye sunmuştuk. Henüz bestenin yapım aşamasında arkadaş ortamlarında çalıp, söylediğim sırada arkadaşım ve ağabeyim Erkan Top besteyi Kurmanciye çevirdiğini anlatmış, daha sonra benimle paylaşmıştı. İlk single çalışmama yetişememiş olsa da, zaman içinde sık sık arkadaş ortamlarında birlikte iki dilde seslendirdiğimiz bestem çok güzel bir şekil almaya başladı ve nihayetinde Güldeste projesindeki yeni hali ile dinleyici ile buluştu. Erkan’ın yorumu ile daha da güzel bir derinlik kazandı. Dost eli içtenlikle değince her şey güzelleşiyor, ben bunun dinleyiciye de yansıdığını düşünüyorum. Çok güzel geri dönüşler aldık, bu da bizi çok mutlu etti. Güldeste yaklaşık iki senedir gerçekleştirmek istediğim bir projeydi. Klasik enstrümanlar eşliğinde Allı Turnam veya Sarı Gelin gibi klasikleşmiş Halk Türkülerinden oluşan bir çalışma yapmayı, bunu bir nevi albüm çıkana kadar, albümün içereceği tınılara yakın bir proje haline getirmeyi çok istemiştim. Proje değerli yoldaşım, mamostem Cemîl Qoçgîrî yönetmenliğinde, Christoph Stoll tarafından Köln  de canlı kaydedildi. Canlı kayıt sırası videoları değerli arkadaşım İsmail Metin tarafından çekildi. Piyanoda Laia Genç, Cello da Katharina Hoffmann, Keman da Nure Dlovanî, Duduk da Emrah Oğuztürk ve Vokal de Erkan Top ile birlikte çok güzel bir iş çıkardığımızı düşünüyorum. 26 Şubat 2021 tarihinde tüm dijital mecralardan dinleyiciye sunduk Güldeste’yi. Dinleyici ile çok özel bir hikaye paylaşmaya hazırlandığım ilk albümümün neredeyse tamamı kendi bestelerimden oluşacak. Küçük bir aradan sonra tekrar çalışmalara devam etmeye başladım. Bu süreçte, albüm tamamlanana kadar bir iki tekli çalışma daha paylaşmaya hazırlanıyorum. Yine dostlarım saz ve sözleri ile misafir olsun istiyorum.


3 Nisan 2021 Cumartesi

Kurban




 

Kurban için yazılan çok güzel deyişler var, onlardan biri. Alevi deyişleri/ sözlü-yazılı edebiyatı insanı sorgulamaya iten içeriklerdedir. Felsefesi derin ve geniştir. Ozanları okumak insanı eğitir.

Sey Qaji

"Chewres cheê Xormechku
Dest esto ra jumini
Yê mı dal u budağê mı chino
Mı dest esto ra Kêmerê Duzgini"

Dersimli şair Sey Qaji

(Xormekli kırk hane 
Birbirine tutunmuş 
Benimse dalım budağım yok 
Düzgün Baba'ya sığındım)

2 Nisan 2021 Cuma

Berivan Canbolat: “Muhabbetler insanın okuludur”

Berivan Canbolat: “Muhabbetler insanın okuludur”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Müzik dinlemeye anne karnında başladım. Bizim ailenin asıl müzisyeni annemdir. Hamileliği boyunca da hep bağlama çalıp türküler söylemiş. Doğduktan sonra da evimizde hep muhabbet ortamları oldu, bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum. Sanırım bu ortamlara denk gelebilen son jenerasyon biz olduk. O muhabbetler insanın okuludur. Müzikten tarihe, sosyolojiden felsefeye, coğrafyadan edebiyata, fizikten matematiğe hemen hemen her hususta insanı pişiren ve icra ettiği müziği sağlam bir zemine oturtmasını sağlayan ortamlardır.

Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

Birçok müzik türünde inancın ve müziğin müthiş uyumunu dinliyoruz. Aslında herkes kulağındakileri gönlünün süzgecinden geçirerek kendi müziğini yaratıyor. Kulağımızdakilerin çoğu ise sahip olduğumuz kültür, din, inanç, ideoloji ile şekilleniyor. Bu yüzden bu değerlerden tamamen kopuk bir müzik icra etmek imkânsız. Anadolu’da ise bunun en nadide örneklerinden biri olan Alevi-Bektaşi-Kızılbaş müziği var. Varlığının, kendini yeniden üretiminin, birikiminin, itikatının, mizahının omurgası müzik olan bir toplum çıkıyor karşımıza. Bu toplumun bütün kültürel kodları müziğinin içinde barınır. Çeşitli devletlerin, iktidarların Alevilere ait birtakım yazmaları-yazılı kaynakları yok ettiğini biliyoruz lakin hiçbir güç Alevilerin müziğinin, sazının, sözünün önüne geçmeyi başaramadı ve başaramaz. Dolayısıyla sözün uçtuğunu, yazının kaldığını görmek zor olmuyor. Saz ve söz uçup gidiyor; karşısında hiçbir güç duramaz :)

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Gerek öğrenme, gerek icra etmeye çalışma, gerekse de öğretmeye çalışma süreçlerimin tamamında cinsiyetçi tutumlara maruz kaldım. Öte yandan ben otobüse binme, alışveriş yapma, yüzme, düğüne gitme, eğlenme, dertlenme gibi deneyim ve süreçlerimin de tamamında cinsiyetçi tutumlara maruz kaldım. Yani aslında şunu söylemek istiyorum, yaşamın her alanında bütün kadınlar ya da ötekiler bir baskıya maruz kalırken müzik icra eden birinin yalnızca müzisyen olması hasebiyle bunu deneyimlememesi zaten imkansızdır.

Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Her şeyden önce ben kendimi müzisyen, kadın müzisyen, sanatçı ya da kadın sanatçı olarak tarif eden bir birey değilim. Müzisyen ve sanatçı olmanın çok zor olduğunu ve henüz benim o seviyeye yanaşamadığımı bilirim. Herhangi bir sıfatımın başında ise atanmış cinsiyetimi kullanmak istemem genel olarak. Ben özel olarak müzik icra eden kadınların dayanışmaya ihtiyacı olup olmadığından çok emin değilim açıkçası. Bence son yıllarda kadın hareketi çok güçlü ve çok da doğru işler yapıyor, bunu güçlendirerek bütün kadınların özgürleşmesine destek vermenin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Her kadının maruz kaldığı baskıya elbette bizler de maruz kalıyoruz. Aslında bu sorunları “kadın sanatçı” olduğumuz için değil dümdüz kadın olduğumuz ya da daha doğrusu cis hetero birer erkek olmadığımız için yaşıyoruz. Bu tanımın dışında kalan herkes de toplumsal cinsiyetten bir şekilde nasibini alıyor bence. Burada bir şeyler söylemek isterim; aslında röportaj boyunca soruların atanmış cinsiyetler üzerinden sorulması hasebiyle sorulara kadın ya da erkek şeklinde yanıtlar verdim ama bu meselenin daha derinlemesine düşünülmesi gerektiğine inanıyorum ben. Cinsiyeti ikiye indirgeyen bu hâkim algıyı yıkmadığımız sürece baskılarla başa çıkmak çok zor olacaktır. Belirli cinsiyet rolleri üzerinden konuşuyoruz ve bu bence biraz tehlikeli bir durum. Her bireyin kendine has davranışları var. Bu davranışları ya da eğilimleri yalnızca iki kategorili bir potada eritmek bana adil gelmiyor.

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Üretiyorsanız motivasyonunuz nedir ve hangi dilde kendinizi ifade ediyorsunuz?

Bu soruya “üretiyorum” diye yanıt veren oldu mu daha önce diye düşündüm soruyu görür görmez. Vallahi yazmaya çalıştıklarım, bestelemeye çalıştıklarım var ama bunlar için üretiyorum demeyi kibirli bulurum açıkçası. Ben Ankara’da doğup büyüdüm. Babam Amasyalı, annem Dersimli. Yani kulağım iki dille doldu bebekliğimde; Türkçe ve Kırmançki. Ama okula başladıktan sonra ve özellikle anneannemi kaybettikten sonra Kırmançki duyabileceğim kimsem kalmadı, bu yüzden unuttum. Hala anlatılanları genel olarak anlıyorum ama konuşamıyorum. Üretmek tabii ki çok çok daha zor. Türkçe yazıyorum yazdıklarımı ama yani özellikle Türkçe olsun gibi bir niyetle değil, o dilde kendimi daha iyi ifade edebildiğim için sadece. Motivasyona gelince; ben aslında özel olarak bazı dönemler ya da bazı insanlar için yazmıyorum sanırım. Bir anda gönlüme bir ezgi ya da bir söz düşüyor, ben de onun peşinden gidiyorum. Kendimi en dürüst şekilde dinleyebildiğim anlar aslında bu anlar oluyor. Her ne kadar kişi kendi yazıyormuş ya da besteliyormuş gibi görünse de bu süreçte aslında bireyler yalnızca aracı ve yolcu oluyor. ‘Ben şöyle yazarım, böyle üretirim...’ gibi bir havayla değil de daha ziyade gönlüme düşenleri saklamanın da kendi içinde bir kibir barındırdığını düşündüğüm için zaman zaman da icra etmeye çalışıyorum onları...

Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Alevi müzik kültüründe kadın nerededir sizce, bu konuda neler söylemek istersiniz? 

Alevi müzik kültüründe kadını görmek çok zordur ama erkeği de görmek çok zordur. Usta malı eserlere bakıldığında genel olarak bir cinsiyet görmek çok zordur. Efsanevi aşkların kahramanlarından bahsedilmesi hariç kolay kolay cinsiyete dair ibareler görülmüyor aslında. Daha doğrusu bir sevgili olarak ya da özel bir şahsiyet olarak elbette var ama işte kadın şudur, erkek budur gibi bir hava hiç yoktur. Son yıllarda tabii değişmiş bu durum biraz. Eşikten içeri girenler için kadın ya da erkek diye bir şey kalmıyor, dolayısıyla kadının ya da erkeğin ya da kendini cinsiyetsiz olarak tanımlayanın özel olarak bir yeri de olamaz. Alevi Bektaşi öğretisi üryanlığı öğütler. Benlikten, kibirden, cinsiyetten, milliyetten sıyrılıp üstündeki bütün gömlekleri yırtabilene, pür-ü pak meydanda durabilene ne mutlu...

Anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Tabii ki karşısındayım. Anadilde eğitim, anadilde ibadet herkesin en doğal hakkıdır. Asimilasyon politikalarına bir an evvel hep bir ağızdan dur dememiz gerekiyor.

Türkçe’nin yanı sıra Kırmançki eserler de seslendiriyorsunuz bazen, bu alanda ilerlemek ister misiniz ya da neler yapmak istersiniz?

Açıkçası Kırmançki öğrenmeyi çok istiyorum ama tabii doğuştan konuşan ile sonradan öğrenen asla bir olmaz. Ağırlıklı olarak bu dilde müzik yapabilecek kadar özümseyebilir miyim, emin değilim. Ben annemin dili olduğu için öğrenmeyi kıymetli buluyorum bir de çok zengin ve melodik bir dil bence. Bir kelimeyi çıkarırkenki ezgiden o kelimenin ne olduğunu anlamak çok mümkün. Yalan mı söyleniyor, şaka mı yapılıyor, biri mi seviliyor; hepsinin hususi ezgileri var :)

Hem Türkiye’de hem Almanya’da sanatsal çalışmalarınız var, bu süreçleri nasıl sürdürüyorsunuz? Müzikal anlamda ileride neler yapmak istiyorsunuz?

Aslında Almanya’daki süreç Türkiye’nin devamı gibi oldu. Türkiye’de yaptıklarımı Almanya’da da yapmaya devam ettim, bu konuda da şanslıyım. Dersler, dinletiler devam ediyordu; tabii Covid’e kadar. Müzikal anlamda hedeflerim kendimle ilgili hedefler. Ortaya koymak istediğim ve hayalini kurduğum bir icra seviyesi var bunun için çabalıyorum. Bu ne sadece teknikle ne de tek başına duyguyla ilgili. Yüksek zorluktaki teknikleri su içer gibi, gösterişten uzak icra edebilip, en derin duyguları ajite etmeden aktarabilmek gibi bir amaç bu. Tabii en önemlilerinden biri de ne çalıp söylüyorsam, öyle yaşamak. Bu, işin en zor kısmı gibi geliyor bana. Bunlar da ancak çok çalışarak, çok dinleyerek ve ustalardan bu müziğin kültürünü ve edebini öğrenmeye çalışarak mümkün olabilir sanıyorum.