15 Aralık 2020 Salı

Maviş Güneşer: Dil içinde bir alem barındırır

Maviş Güneşer: Dil içinde bir alem barındırır



14 Aralık 2020

“Şarkı söylemek kendini ifade etmenin, hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi.”

Röportaj: Ceren Ataş

Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?

Ben Gımgım’ın (Varto) Thazıge (Armutkaşı) köyünde dünyaya geldim. Varto coğrafi, demografik özellikleri sayesinde şarkı söyleme geleneğinin ciddi çeşitlilikler barındırdığı önemli bir kültür bölgesidir. Doğup büyüdüğüm köyde, cenaze törenleri ve haftalarca süren yas döneminde ağıt söyleyen kadın gruplarına, günlerce süren nişan ve düğünlerde enstrümansız söylenen şarkılar eşliğinde halay çekilmesine, dost meclislerinde oturup karşılıklı dengbeji söyleyen akrabalarıma yani hayatın bir parçası olan bu söyleme geleneğine az da olsa tanıklık etme şansım oldu. Bu yüzden şarkı söylemek benim için garip ya da ayrıcalıklı bir durum değildi. Aksine kendini ifade etmenin, hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi. Kısaca müziğin içine doğdum diyebilirim.


Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?

İnanç da müzik de kültürü oluşturan temel öğelerdendir. Bugün müzik ve inanç birbirini varoluşsal olarak şartlamasa da insanlık tarihindeki izlerini takip ettiğimizde aslında birbirlerini beslediklerini, kültürün manevi boyutunun oluşum evrelerinde harmonik bir ilişkiyle günümüze kadar birlikte geldiklerini görebiliyoruz. Semavi dinler ve onlardan önce gelen eski inançların ritüellerinde, tanrısal hakikat ya da hakikatin tanrısallığının müzik eşliğinde söylenerek dile getirildiğine şahit oluyoruz. İnsanın, hakikati dile getirirken hoş bir seda ile söylemesi belki de manayı taşıyan söze hem duygu katmak hem de estetikleştirmek ihtiyacından doğmuştur. Mensubu ve bağlı olduğum Raa Heqi-Alevi inancı bugün bu özelliğini hala koruyor. Alevi inancı ritüellerinden baktığımızda müzik ve inanç ruhani bir birliktelik içinde devinir. Müzik bir dere yatağı, hakkı-hakikati söyleyen söz ise o yatakta can bulan ve zamandan zamana durmadan akan su gibidir. Bu anlamda müziği de en az inanç kadar ruhani, aşkın ve aynı zamanda insan varoluşuna, evrene içkin görüyorum.



“Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının farkındalığı da var.” (Kemal Kahraman’dan alıntıdır)

Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Yazmayı düşünürseniz hangi dilde kendinizi ifade edersiniz?

Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin 2006 yılında yayınladığı Çeveré Hazaru albümünde Zaza/ Kırmanç dilinde söylenen sabah duası, deyiş ve beyitlere eşlik ettim. Deyiş formunda hazırladığım sadece bir eserim var. Çorum katliamını anlatan bir eser. Onu henüz kaydedip dinleyicilerimizle paylaşamadım. Sahnede fazla deyiş okumasam da dinlemekten büyük haz, ilham alıyorum. Aslında profesyonel müzik hayatıma kendi yazdığım şarkılarımla başladım. 1998 yılında yayınlanan ilk albümümde bulunan eserlerin söz ve müziği bana ait şarkılardan oluşuyordu.[1] Şimdilerde ise yaptığım yeni şarkıları kaydediyoruz. Beste yapmayı, söz yazmayı seviyorum. Klişelere düşmeden yeni şarkılar yapma çabası içerisindeyim. Tabii ki şarkı yapmak zaman içerisinde deneyimledikçe olgunlaşan bir serüvendir. Şiirlerimi Zaza/ Kırmançki dilinde yazıyorum. Kırmançki dilim sonradan ilkokulda öğrendiğim, Türkçeye göre daha zayıf olsa da, az bildiğim anadilimi sonradan öğrenip her zaman bir Türk’e göre eksik kalan Türkçeme tercih ediyorum.

Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Alevilik sözlü gelenekle aktarılagelen bir yoldur, bir inanç öğretisidir. Bildiğimiz ortodoks geleneğe göre kitabı ve yazılı kanunları yoktur. Yazmak yerine söylemek bir tercihtir. Çünkü Alevi öğretisine göre hakikat dile geldiği anda yeniden var olur. Bu inanç öğretisi deyişler, beyitler, gulbengler, semahlar, nefesler ve takvim esaslı ritüelleri üzerinden kendisini anlatmıştır. Bu sebeple deyişler bu öğretinin aktarılmasının yöntemidir, okuludur ve Alevi inancının en dolaysız başvuru kaynaklarıdır. Ali-ay, Muhammed-güneş, Ana Fatma-zühre yıldızı, Gürüh-u Naciye, Hızır, dişil-eril evliyalar, onların sıfatları, tüm bunların yaradılış kurgusundaki yerleri, taşıdıkları mana; üçler, beşler, yediler, kırklar, 17 kemer bestler vb. burada sayarak bitiremeyeceğim bu inanç sisteminin taşıdığı mana birimlerini ancak Alevi takvimi ritüelleri, bu öğretinin kaynakları olan deyişler, beyitler, semahlar, nefesler üzerinden ve aktarıldıkları Zazaca/ Kırmançca, Kürtçe, Türkçe gibi dillerin perspektifinden bakıp derinleşerek anlayabiliriz.

İngiliz Parlamentosunda Dersim Soykırımı anmasında Maviş Güneşer, Dersim ağıtları seslendirirken.
1 Mayıs 2019

Feminizm, sosyalizm, kadınlık-erkeklik perspektifi üzerinden yani bugünün modern normlarını esas alarak binlerce yıldır gelen bir öğretiye bakmanın doğru bir yöntem olmadığını düşünüyorum. Kadim Raa Haqi-Alevi öğretisini yaşamak mı istiyoruz, anlamak mı istiyoruz yoksa medeniyetle aramızda bir engel olarak görüp bugünün normları üzerinden eleştirip onunla hesaplaşmak mı istiyoruz ya da bağlı bulunduğumuz ideolojilere angaje edip araçsallaştırmak mı istiyoruz gibi soruları Alevi inancı adına konuşmadan, yazmadan önce kendimize samimi olarak sormamız gerekir.

Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının farkındalığı da var. Bugün ise kadınlık ve erkekliğe, salt eşitlik temelinde baktığımızı, agresif duygularla oluşumuzu ele aldığımızı düşünüyorum. Alevi inancı nasıl bir erkek olmalısın, nasıl bir kadın olmalısın, nasıl yaşamalısını dikte etmiyor. Kadınlık da var erkeklik de var demiştik ve bu öğreti dikte etmek yerine, aktarılan söz üzerinden senin çıkarsamalar yapıp kendin için yeniden anlamlandırmanı bekliyor.

Aktuel sorunlarımız üzerinden ele alırsak Dersim’de dişil olan ziyaretlerin Zazaca/ Kırmançki’den Türkçeye çevrilirken erilleştiğine tanık oluyoruz. Mesela Gola Buyere dişil bir ziyaretken Türkçede “Buyer Baba” olmuş, Düzgün Baba’nın kız kardeşi Jele, Türkce konuşan Dersimlilerin dilinde erilleşip “Zel Dağı” olmuş. Ben bunu eril zihniyetin hakimiyeti kadar dilin unutulmasına da bağlıyorum. Aslında sadece anlaşmak için kullandığımız bir dili unutmuyoruz o dil üzerinden aktarılan düşünme biçimini, mana bütünlüklerini de kaybediyoruz. Yani bir dil giderken beraberinde o dil üzerinden aktarılarak gelmiş alem kurgusu ve onun önerdiği tüm mana birimleri de kayboluyor ya da taşıdığı mananın dışında anlamlar yükleniyor.

Modernitenin gözünden bakıldığında bu durum eskinin yeniye diyalektik bir şekilde evrilmesi yani medenileşme ve ileriye doğru bir gelişme olarak teorize edilirken içeriden bakan gözün algısında ise yaşanan tam olarak bir kültür toplumunun dilini kaybederken hafıza kaybına uğramasıdır. Dolayısı ile bana göre bir kültür toplumunu, hele hele son demlerini yaşayan bir kültür toplumunu tüm yönleriyle anlamak istiyorsak o kültürü ve onu yaşayan toplumun kendi referanslarını dikkate almamız gerekiyor.

Deyiş maalesef pek söylemiyorum ama deyiş dinlemeyi çok severim. Alevi inancı, insanı sevgiyle hayata, doğaya bağlayan, bilmenin de bilinmenin de vizyonunu sunan sahip olduğumuz bir hazinedir ve bunu en çok deyişler üzerinden okuyabiliyoruz.

Kırmançki dilinde şarkı/ kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Sizce dili aktaran kadın mıdır?

Kültür toplumlarında dil, inanç, sosyal ve toplumsal kurallar kısaca hayat aile ve ait olunan küçük topluluktan öğrenilirken, sanayi, teknoloji, komünikasyon çağı dediğimiz günümüz toplumlarında ise bunlar eğitim, ordu, medya gibi devletin tekelinde olan kurumlar aracılığıyla öğreniliyor. Devletin normlarına göre biçim alıp büyüyen çocuğun aile ve toplumla olan bağı zayıflarken devletle olan bağı güçleniyor. Böylece devlet, kurumları üzerinden tek tornadan çıkmış nesiller üretebiliyor.



Bildiğimiz anlamda bir devleti olmadığı halde Pir-talip-ocak ve aşiretler üzerinden vücut bulan Kırmanciye Sistemi’ne doğan bir çocuk, dili evde doğal ortamında hayata dokunarak öğreniyordu. Çocuğun büyüme sürecinde, ev işlerinden birinci derecede sorumlu kişi anne olduğu için evet, anne aile içerisinde aynı zamanda bir dil ve kültür aktarıcısıydı. Bugün bizim deneyimlediğimiz bu düzende bir anne anadilini bilmiyorsa, çocuğunun anadilini kurumsal bir çaba içerisine girmeden doğallığında öğrenmesi imkansızdır. Aynı şeyi inanç için de söyleyebiliriz. Annenin anadili ve inancı hakkında tecrübesi, bilgisi olduğunu varsayalım. Bu defa da bu annenin çocuğuyla rahatça konuşabileceği özgür kamusal alanlar yoktur.

Bugün az da olsa Avrupa’da, Türkiye’de, Dersim’de bazı anneler, babalar çocuklarıyla Zazaca/ Kırmançki konuşmaya, çocuklarına dili öğretmeye çalışıyorlar. Ama bu çaba genelde hüsrana uğruyor. Çünkü anne, baba ve çocuk bulundukları toplum içerisinde yalnız kalıyor ve akıntıya kürek çekme duygusunu yaşayıp ne yazık ki vazgeçebiliyorlar.

Dersim’de özellikle kadınlar üzerine yazılan aşk şarkılar ve ağıtları mevcut. Bu kültür açısından bakıldığında Dersim kadını ile ilgili ne söyleyebiliriz?

Bu konuda da bir değerlendirme yapabilmemiz için yine Dersim toplumuna kendi siyasi tarihselliği, itikat, sosyal, kültürel değerleri üzerinden yani içerden bir gözle bakmamız gerekir. Dersim otantik müziğindeki müzikal çeşitliliği söyleyen tanımlamalar üzerinden baktığımızda hewa ceniyu (kadın şarkıları), hewa cüamerdu (erkek, yiğitlik şarkıları) gibi çok temel başlıklarla karşılaşıyoruz.

Aşk ve özlem şarkılarını hewa ceniyu yani kadın şarkıları diye isimlendirmeleri aşkı, özlemi, aileyi kadınla; hewa cuamerdu yani yiğitlik şarkıları başlığıyla da ölümü ve savaşı erkekle sembolize ettiklerini görüyoruz. Aşk şarkılarında genelde aşkı dile getiren erkektir ve erkeğin gözünden sevgiliyi, aşkı tarif eder. Akıllı, güzel, asil, asi, çalışkan bir kadın tasviri vardır. Kadınlar genelde konusu oldukları şarkılar üzerinden yüceltilirler. Şarkıya konu olan kadın ya evlidir ya da başka talibi tarafından istenmek üzeredir. Aşık olan erkek eğer kadın evliyse kadının kocasının o kadının değerinde olmadığını, kadını hak etmediğini söyler ama evlenmek üzereyse aşık, çoğunlukla kadının anne ve babasına öfkesini dile getirir. Zalıma maa to, çe piye to bıveso / “zalim anan, babanın evi yansın” gibi tabirlerle sevdiğine kavuşamayan erkeğin sitemine, gelecek ile ilgili kurduğu hayallerine ya da erotik aşk fantazilerine tanıklık ederiz. Şarkı içeriklerinde kadınlar çoğunlukla arzu nesnesi olarak görünür olsalar da gerçek hayatta Dersim kadını şarkılardaki kadar pasif değildir. Kendi hayatının kısmi de olsa öznesidir.



Aşiret kavgalarını anlatan hewa cuamerdu yani yiğitlik şarkılarında kadın genelde çatışma istemeyen, barıştan yana sözünü söyleyebilen bir konumdadır. Diyelim ki iki aşiret durmadan birbirinden adam vuruyor bir düşmanlık kurulmuş, Kırmanciye hukukuna göre kadınlar erkeklerin kurduğu bu düşmanlıktan muaftır. Çünkü kadını vurmak en büyük suçlardandır. Mesela bir kadın husumetin olduğu aşiretin alanına, arazisine girebiliyor, orada güvenlik içerisinde dolaşabiliyor. Bu aslında kırmanciye aşiret hukukunun bir sonucudur. Aşiret kavgası ağıt örneklerinde ağıdı yakan kadın, öldürülen oğlunun güzel özelliklerini, yiğitliğini dile getirirken hemen bir sonraki dizede oğlunun katili olan karşı taraftan vurulan gencin adını anarak, ona da yazık oldu, oğlum sen yiğittin ama o genç de yiğitlikte senden aşağı değildi, hatta ileriydi diyebilecek erdemliliği yani anne yüreğinin kapsayıcılığını, vicdanını gözler önüne serebiliyor.

Ağıtlara, şarkılara ve kadınlarla yaptığımız görüşmelere dayanarak, Dersimli genç kadınların kendi kaderlerini ve yollarını çizmekte beceriksiz olmadıklarını, cesur çıkışlar ve eylemlerde bulunarak kaderlerine boyun bükmediklerini, tâbi olmak ile bağlı olmak arasındaki nüansın farkında olduklarını ve tâbi olma duygusunu sevmediklerini söyleyebilirim. Bununla beraber Dersim kadını için sevmek de sevilmek de bir tabu değildi.

Sorunuza bağlı olarak yaptığım bu önermeler, benim için de kesin çıkarımlara varmak istemediğim henüz üzerine kafa yorduğum, çalıştığım, düşüncelerdir. Ama bir zamanlar Kırmanciye düzeni altında yaşayan Dersim toplumunun sosyalizasyonunu da, büyük ölçüde sözlü kültür üzerinden anlayabileceğimize, ip uçlarının orada saklı olduğuna inanıyorum. Böylesi bir tarih çalışmasının da doğru yöntemlerinin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Hem Almanya’da yaşayan hem de Kırmanciye’ye bağı olan bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Ortalama akıl dili, binlerce yıllık bir süreçte sistematikleştirdiğimiz sesler topluluğu yani bir çeşit iletişim aracı olarak görür. Oysaki bir dil aynı zamanda içinde ancak o dil üzerinden duyumsayabileceğiniz bir alemi barındırır. Her dilin bir düşünme, hissetme, tanımlama ve anlamlandırma tarzı vardır. Dil canlıdır ve içine doğduğun dilin sana sunduğu referanslar, kelimeler, isimler, sıfatlar, fiiller deyimler, şarkılar, şiirler, hikayeler, mitler, masallar, destanlar, dualarından bedduasına, küfrüne kadar senin duygu ve düşünce dünyanı şekillendirirler. Kısacası birey ve toplumun yapılanmasında dilin büyük bir etkisi vardır.



Bugün kadim dilimiz olan Kırmançki/ Zazaki kaybolma tehlikesi altında olan diller arasında sayılmaktadır. Bir dilin unutulması, katledilmesi gibi ormanların, hayvanların, derelerin, denizlerin, dağların katledilmesi de artık çok az insanı üzüyor diye düşünüyorum. Yani bir kabullenmişlik var. Bu kabullenmişliğin altında, geçmişte yaşanmış toplumsal kırılmaların getirdiği politik, psikolojik sebeplerinin yattığı aşikardır. Bence bir toplum yaşadığı katliamlar sonucunda kendi olmaktan kaçmayı yeğlemişse bunun sorumlusu öncelikle o toplum değil, ona bunu reva gören iktidar ve iktidarın üzerinden yükseldiği sessiz çoğunluktur.

20.yüzyılın başında Türkçülüğün Anadolu halklarına tepeden, zor eliyle dayattığı ulus konseptinin 90 yıllık pratik sonuçları ortadayken, bu yıkım süreci bugün hala “modernleşme”, “ilerleme”, “muasır medeniyetler seviyesine kavuşma” olarak teorize edilebiliyor. Medenileştirmek için, eskiyi yıkıp yerine yeniyi getirmek için uyguladıkları ’38 fermanı ile Dersimlinin başına gelen, ölüm, kendine yabancılaşma, lal olma, hafıza kaybına uğrama ve 82 yıldır bir türlü inemediği o kara vagonda bir alem algısından başka bir alem algısına sürgün gitmekti. Gerçek ayan beyan ortadır. Bu yüzden dilini seven, kendini kendi dilinde, yeniden kendi elleriyle doğursun diyorum.

Gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?

Evet maruz kaldım. Mesela bir insana aşık olduğum için haksızlığa uğradım. Gençken yaşadığımız birçok şeyi ancak olgun yaşlarımızda anlamlandırıp tanımlayabiliriz. Benim için de bu böyle bir süreçti. Çoğunlukla tarifinde zorlandığım duygular, tanımsız çıkmazlar yaşardım. Bugünden geçmişe baktığımda aslında gençliğin tecrübesizliğinde maruz kaldığınız şey, genelde bilginin ve mevkinin iktidarıydı diye düşünüyorum.

Kendi doğrularınızı kendi deneyimleriniz üzerinden oluşturana kadar girdiğiniz her profesyonel ya da amatör ilişkide biraz pasifize, manipüle edilebiliyorsunuz. Şöyle ki, bilen erkek ki bu eril iktidarı içsellestirmiş kadın da olabilir, kendi sosyal ve politik angajmanlarına göre sana doğruları ve yanlışları anlatır; nasıl yaşamalı, nasıl düşünmeli felsefi tartışmaları üzerinden seni, edindiği dogmalarına bilerek bilmeyerek angaje etme pratiği içindedir. Seninle düşünce alış-verişinden ziyade öğreten pozisyonundadır. Bu ilişki biçimi genelde kadınsı olanda zaten var olan öz-güvensizliğin daha da derinleşmesine ve ona hükmetmesine yol açabiliyor.



Prodüktör, yönetmen, aranjör, tonmeisterinden enstrümantalistine, müzik teorisi gibi teknik bir konudaki öğretmeninden idealist bir yönelimle parçası olduğun müzik grubu arkadaşına kadar, senin pozitif yanlarından çok eksik yanlarını görme eğilimindedirler. Seni olduğun gibi algılamayı akıllarından bile geçirmezler. Hep uyman gereken bir şablonu ilericilik, gelişmişlik, büyük bilgi adına önüne koyarlar. Böylece girdiğiniz sanatsal üretim ilişkisinde duyguların ve fikirlerin ahenkle alış- verişi yerine güçlü olanın tahakkümünü yaşarsınız. Farkındaysanız müzik dünyasındaki rolleri hiyerarşik sırasına göre yazdım. Çünkü bana göre muhaliflik iddiasında olan müzik dünyasında da bir hiyerarşi yani güç ilişkileri üzerinden oluşan bir yapılanma var.

Siyaset ve ekonomi dünyasında oturmuş iktidar ilişkilerinin bir benzerini, muhalif, alternatif sanat dünyasının etkinlik alanları olan kültür kurumlarında, derneklerde, örgütlerde, gazetelerinde, dergilerinde, televizyonlarında, radyolarında da her seferinde yeniden üretiyoruz.

Mesela MESAM, Müyorbir gibi müzik eserlerinden doğan haklarımızı korumak ve takip etmek amaçlı kurulmuş meslek birliklerimiz var. Bu kurumlar herhangi bir devlet kurumu mantığıyla çalışıyor. Sanatçının kültürel, sosyal, siyasal, inançsal, cinsel aidiyetlerinden doğan özgün durumlarıyla ilgilendiklerine, kendilerine dert ettiklerine şahit olmadım. Varsa bir para, artı değer onun paylaştırılmasıyla meşguller. Bu kurumlar, kamusal olamayan, ötekileştirilen, marjinalleştirilen sanatçı ile her gün Türk televizyonlarında görünen sanatçıyı sanki eşit haklara sahiplermiş gibi aynı prosedüre tabi tutarlar.

Bu mantık kadın ve erkek olmakla ilgili de böyledir. Öte yandan bir kurumda çalışan kadın sayısının çok olması, orada eril düşüncenin iktidar olmadığı anlamına gelmez. Hal böyleyken yönetimsel biçim olan patriyarkal otoriteyi tarihsel olarak yaşayıp içselleştirmiş olan hitap ettiğimiz toplum ve aydınları bu durumu sorgulamaktan henüz uzak görünüyorlar.

Yeri gelmişken sorunuzla tam alakalı olmasa da bir parantez açarak şunu da söylemek isterim. Corona günlerindeyiz. Atıl kaldığımız, işimizi yapamadığımız bu 9-10 aylık süreçte 100 sanatçının parasızlıktan bunalıma girip intihar ettiği haberini okuduk. Bu haber gerçek mi değil mi, gerçekse ne yapmalıyız diye soran, açıklama yapan ne bir meslek grubunu ne de bir siyasetçimizi kendi adıma görmedim, duymadım.


Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir önceki sorunun cevabını da göz önünde bulundurarak söyleyebilirim ki evet bir dayanışmaya çok ihtiyacımız olsa da maalesef kadın müzisyenler olarak dayanışma temelli bir oluşum, kurum ya da platformumuz yok. Tabii bu soruyu cevaplarken Türkiye’deki ya da Almanya’daki sanat camiasının tamamını ele almıyorum. Çünkü müzikal, tematik, dil, popüler ve popüler olmayan, kamusal ve kamusal olmayan olmak üzere daha birçok faktörün oluşturduğu çok çeşitli müzik çevreleri var.

Sanat dünyasında bir homojenlik olmadığı için kadın sanatçılar da ürettikleri sanat eserlerine göre başka başka çevreler ve akımlar içerisinde kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Ama Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe gibi yasaklı yani kamusal alanda karşılığı olmayan dillerde sanatsal faaliyet yürüten kadınların durumu için kendi deneyimimden hareketle birkaç şey söyleyebilirim. Evet Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe şarkı söyleyen kadınlar genelde ya sol düşüncelerin hakim olduğu kurumlarda, Kürt kurumlarında ya da Alevi dernekleriyle kurdukları ilişkiler üzerinden kendi sınırlı dinleyicilerine ulaşabiliyorlar. Ama bu kurum ve derneklerde de yukarıda bahsettiğim ataerkil sistem hakim olduğu için genelde kadınların görünür olma mücadelesi müzikal kaygılarının önüne geçebiliyor. Yani erkeklerin kapladığı bu alanlarda sahneye çıkıp kendimizi bildiğimiz gibi ifade edebilmemiz için bir erkek müzisyenden en az on kat iyi olmamız ya da güçlü ilişkilerimizin olması gerekiyor. Yani patriarkal sistem sanat yerine başka kaygıların öne çıkmasına yol açıyor. Tabii bu deneyimleri sorgulayan, birbirini rakip olarak görmekten vazgeçip kız kardeşlik düsturuyla dayanışma içinde olan kadın arkadaşlarımız yok değil.

Mesela Şehriban Özdemir, Astare Dersimi, Zeynep Kılıç, Sakina Teyna, Gule Mayera, Semra Tunç gibi birçok müzisyen dostumla imkanlarımız el verdiği oranda bir dayanışma içerisindeyiz.

Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?

Bir kere bizi görmüyorlar. Hep kenarda yani çemberin dışındayız. Büyük şirketler, medya organları, salonlar, organizasyonlar, festivaller vb. alanlarda yokuz. Kimse merak edip çağırmaz. Ben kendi adıma bu duruma sitem etmiyorum. Bu durumu bir ayrımcılıktan ziyade yok sayma refleksi olarak görüyorum. Seni yok sayıyorlar. Öte yandan şaşırmıyorum da. Ait olduğum halk, dili ve inancıyla yok sayılmışsa, bitirilmeye çalışılmışsa benim bir sanatçı olarak yaşatılmayı, görünür olmayı hedeflemem saflık olurdu. Bu yüzden halimden oldukça memnunum. Çünkü şartlar ne olursa olsun sadece şarkı söylemek istediğimi biliyorum. Önüme koyduğum büyük hedeflerim yok. Büyük hedeflerin peşinden koşmak yerine yolda olmanın farkındalığını yaşamayı, vardığım her menzilde durup kendime bakmayı daha anlamlı buluyorum.


2020 senesi 2 ayını Dersim'de geçiren Güneşer, Kırmanciye'nin son aktarıcıları olan kadınlar ile görüşmeler yaptı


Geçtiğimiz dönemde iki ay Dersim’de kaldınız, köyleri gezdiniz. Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Evet Dersim’de 2 aya yakın bir zaman geçirdim. Hakkında konuştuğumuz, üzerine şarkılar söylediğimiz o coğrafyayı insanıyla beraber yaşamak istedim. Tabii ki bu süre yeterli gelmedi. Çok güzel anlar, deneyimler eşliğinde hem hüznü hem sevinci beraber yaşadım diyebilirim. Çok değerli dostluklar kurdum. Dersim’in cüanıklarıyla (bilge kadınlarıyla) uzun sohbetler, kayıtlar yaptım. Bu kayıtlar esnasında onlarla hemhal olduk. Çok şey öğrendim kendilerinden. Bu kış yaptığım bu kayıtların transkripsiyonunu yapıp üzerine çalışacağım.

Eklemek istedikleriniz için serbest alan:

Weş u War Be…


[1] Maviş Güneşer’in 1998’de söz müziği kendisine ait olan albümünün adı “Kejê”, o dönem kullandığı isim ise “Sozdar”dır. Albüm playlisti: https://www.youtube.com/watch?v=UBeofRXH9zY&list=OLAK5uy_mo0f9WyP-xkNbQ4Jl8c9U9V-s2hxUEqTA&index=1

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder