“Şarkı söylemek kendini ifade etmenin,
hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi.”
Röportaj: Ceren Ataş
Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var
mıydı?
Ben Gımgım’ın (Varto) Thazıge (Armutkaşı) köyünde dünyaya
geldim. Varto coğrafi, demografik özellikleri sayesinde şarkı söyleme
geleneğinin ciddi çeşitlilikler barındırdığı önemli bir kültür bölgesidir.
Doğup büyüdüğüm köyde, cenaze törenleri ve haftalarca süren yas döneminde ağıt
söyleyen kadın gruplarına, günlerce süren nişan ve düğünlerde enstrümansız
söylenen şarkılar eşliğinde halay çekilmesine, dost meclislerinde oturup
karşılıklı dengbeji söyleyen akrabalarıma yani hayatın bir parçası olan bu
söyleme geleneğine az da olsa tanıklık etme şansım oldu. Bu yüzden şarkı
söylemek benim için garip ya da ayrıcalıklı bir durum değildi. Aksine kendini
ifade etmenin, hayatı çoğaltarak paylaşmanın en sahici yöntemiydi. Kısaca
müziğin içine doğdum diyebilirim.
Kültür bağlamında, inanç-müzik bağını nasıl yorumluyorsunuz?
İnanç da müzik de kültürü oluşturan temel öğelerdendir. Bugün
müzik ve inanç birbirini varoluşsal olarak şartlamasa da insanlık tarihindeki
izlerini takip ettiğimizde aslında birbirlerini beslediklerini, kültürün manevi
boyutunun oluşum evrelerinde harmonik bir ilişkiyle günümüze kadar birlikte
geldiklerini görebiliyoruz. Semavi dinler ve onlardan önce gelen eski
inançların ritüellerinde, tanrısal hakikat ya da hakikatin tanrısallığının
müzik eşliğinde söylenerek dile getirildiğine şahit oluyoruz. İnsanın, hakikati
dile getirirken hoş bir seda ile söylemesi belki de manayı taşıyan söze hem
duygu katmak hem de estetikleştirmek ihtiyacından doğmuştur. Mensubu ve bağlı
olduğum Raa Heqi-Alevi inancı bugün bu özelliğini hala koruyor. Alevi inancı
ritüellerinden baktığımızda müzik ve inanç ruhani bir birliktelik içinde
devinir. Müzik bir dere yatağı, hakkı-hakikati söyleyen söz ise o yatakta can
bulan ve zamandan zamana durmadan akan su gibidir. Bu anlamda müziği de en az
inanç kadar ruhani, aşkın ve aynı zamanda insan varoluşuna, evrene içkin
görüyorum.
“Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber
bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının
farkındalığı da var.” (Kemal Kahraman’dan alıntıdır)
Deyiş, kılam üretiyor
musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Yazmayı düşünürseniz hangi dilde
kendinizi ifade edersiniz?
Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin 2006 yılında yayınladığı Çeveré
Hazaru albümünde Zaza/ Kırmanç dilinde söylenen sabah duası, deyiş ve beyitlere
eşlik ettim. Deyiş formunda hazırladığım sadece bir eserim var. Çorum
katliamını anlatan bir eser. Onu henüz kaydedip dinleyicilerimizle
paylaşamadım. Sahnede fazla deyiş okumasam da dinlemekten büyük haz, ilham
alıyorum. Aslında profesyonel müzik hayatıma kendi yazdığım şarkılarımla
başladım. 1998 yılında yayınlanan ilk albümümde bulunan eserlerin söz ve müziği
bana ait şarkılardan oluşuyordu.[1] Şimdilerde
ise yaptığım yeni şarkıları kaydediyoruz. Beste yapmayı, söz yazmayı seviyorum.
Klişelere düşmeden yeni şarkılar yapma çabası içerisindeyim. Tabii ki şarkı
yapmak zaman içerisinde deneyimledikçe olgunlaşan bir serüvendir. Şiirlerimi
Zaza/ Kırmançki dilinde yazıyorum. Kırmançki dilim sonradan ilkokulda
öğrendiğim, Türkçeye göre daha zayıf olsa da, az bildiğim anadilimi sonradan
öğrenip her zaman bir Türk’e göre eksik kalan Türkçeme tercih ediyorum.
Deyişleri hiç kadın
perspektifinden incelediniz mi? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Alevilik sözlü gelenekle aktarılagelen bir yoldur, bir inanç
öğretisidir. Bildiğimiz ortodoks geleneğe göre kitabı ve yazılı kanunları
yoktur. Yazmak yerine söylemek bir tercihtir. Çünkü Alevi öğretisine göre
hakikat dile geldiği anda yeniden var olur. Bu inanç öğretisi deyişler,
beyitler, gulbengler, semahlar, nefesler ve takvim esaslı ritüelleri üzerinden
kendisini anlatmıştır. Bu sebeple deyişler bu öğretinin aktarılmasının
yöntemidir, okuludur ve Alevi inancının en dolaysız başvuru kaynaklarıdır.
Ali-ay, Muhammed-güneş, Ana Fatma-zühre yıldızı, Gürüh-u Naciye, Hızır,
dişil-eril evliyalar, onların sıfatları, tüm bunların yaradılış kurgusundaki
yerleri, taşıdıkları mana; üçler, beşler, yediler, kırklar, 17 kemer bestler
vb. burada sayarak bitiremeyeceğim bu inanç sisteminin taşıdığı mana
birimlerini ancak Alevi takvimi ritüelleri, bu öğretinin kaynakları olan
deyişler, beyitler, semahlar, nefesler üzerinden ve aktarıldıkları Zazaca/
Kırmançca, Kürtçe, Türkçe gibi dillerin perspektifinden bakıp derinleşerek
anlayabiliriz.
Feminizm, sosyalizm, kadınlık-erkeklik perspektifi üzerinden
yani bugünün modern normlarını esas alarak binlerce yıldır gelen bir öğretiye
bakmanın doğru bir yöntem olmadığını düşünüyorum. Kadim Raa Haqi-Alevi
öğretisini yaşamak mı istiyoruz, anlamak mı istiyoruz yoksa medeniyetle
aramızda bir engel olarak görüp bugünün normları üzerinden eleştirip onunla
hesaplaşmak mı istiyoruz ya da bağlı bulunduğumuz ideolojilere angaje edip
araçsallaştırmak mı istiyoruz gibi soruları Alevi inancı adına konuşmadan,
yazmadan önce kendimize samimi olarak sormamız gerekir.
Alevi öğretisinde dişil de var erkek de var. Bunların beraber
bir tam olduklarının farkındalığı var. Bunların bir cem anında can olduklarının
farkındalığı da var. Bugün ise kadınlık ve erkekliğe, salt eşitlik temelinde
baktığımızı, agresif duygularla oluşumuzu ele aldığımızı düşünüyorum. Alevi
inancı nasıl bir erkek olmalısın, nasıl bir kadın olmalısın, nasıl yaşamalısını
dikte etmiyor. Kadınlık da var erkeklik de var demiştik ve bu öğreti dikte
etmek yerine, aktarılan söz üzerinden senin çıkarsamalar yapıp kendin için
yeniden anlamlandırmanı bekliyor.
Aktuel sorunlarımız üzerinden ele alırsak Dersim’de dişil olan
ziyaretlerin Zazaca/ Kırmançki’den Türkçeye çevrilirken erilleştiğine tanık
oluyoruz. Mesela Gola Buyere dişil bir ziyaretken Türkçede “Buyer Baba” olmuş,
Düzgün Baba’nın kız kardeşi Jele, Türkce konuşan Dersimlilerin dilinde
erilleşip “Zel Dağı” olmuş. Ben bunu eril zihniyetin hakimiyeti kadar dilin
unutulmasına da bağlıyorum. Aslında sadece anlaşmak için kullandığımız bir dili
unutmuyoruz o dil üzerinden aktarılan düşünme biçimini, mana bütünlüklerini de
kaybediyoruz. Yani bir dil giderken beraberinde o dil üzerinden aktarılarak
gelmiş alem kurgusu ve onun önerdiği tüm mana birimleri de kayboluyor ya da
taşıdığı mananın dışında anlamlar yükleniyor.
Modernitenin gözünden bakıldığında bu durum eskinin yeniye
diyalektik bir şekilde evrilmesi yani medenileşme ve ileriye doğru bir gelişme
olarak teorize edilirken içeriden bakan gözün algısında ise yaşanan tam olarak
bir kültür toplumunun dilini kaybederken hafıza kaybına uğramasıdır. Dolayısı
ile bana göre bir kültür toplumunu, hele hele son demlerini yaşayan bir kültür
toplumunu tüm yönleriyle anlamak istiyorsak o kültürü ve onu yaşayan toplumun
kendi referanslarını dikkate almamız gerekiyor.
Deyiş maalesef pek söylemiyorum ama deyiş dinlemeyi çok severim.
Alevi inancı, insanı sevgiyle hayata, doğaya bağlayan, bilmenin de bilinmenin
de vizyonunu sunan sahip olduğumuz bir hazinedir ve bunu en çok deyişler
üzerinden okuyabiliyoruz.
Kırmançki dilinde şarkı/
kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?
Sizce dili aktaran kadın mıdır?
Kültür toplumlarında dil, inanç, sosyal ve toplumsal kurallar
kısaca hayat aile ve ait olunan küçük topluluktan öğrenilirken, sanayi,
teknoloji, komünikasyon çağı dediğimiz günümüz toplumlarında ise bunlar eğitim,
ordu, medya gibi devletin tekelinde olan kurumlar aracılığıyla öğreniliyor.
Devletin normlarına göre biçim alıp büyüyen çocuğun aile ve toplumla olan bağı
zayıflarken devletle olan bağı güçleniyor. Böylece devlet, kurumları üzerinden
tek tornadan çıkmış nesiller üretebiliyor.
Bildiğimiz anlamda bir devleti olmadığı halde Pir-talip-ocak ve
aşiretler üzerinden vücut bulan Kırmanciye Sistemi’ne doğan bir çocuk, dili
evde doğal ortamında hayata dokunarak öğreniyordu. Çocuğun büyüme sürecinde, ev
işlerinden birinci derecede sorumlu kişi anne olduğu için evet, anne aile
içerisinde aynı zamanda bir dil ve kültür aktarıcısıydı. Bugün bizim
deneyimlediğimiz bu düzende bir anne anadilini bilmiyorsa, çocuğunun anadilini
kurumsal bir çaba içerisine girmeden doğallığında öğrenmesi imkansızdır. Aynı şeyi
inanç için de söyleyebiliriz. Annenin anadili ve inancı hakkında tecrübesi,
bilgisi olduğunu varsayalım. Bu defa da bu annenin çocuğuyla rahatça
konuşabileceği özgür kamusal alanlar yoktur.
Bugün az da olsa Avrupa’da, Türkiye’de, Dersim’de bazı anneler,
babalar çocuklarıyla Zazaca/ Kırmançki konuşmaya, çocuklarına dili öğretmeye
çalışıyorlar. Ama bu çaba genelde hüsrana uğruyor. Çünkü anne, baba ve çocuk
bulundukları toplum içerisinde yalnız kalıyor ve akıntıya kürek çekme duygusunu
yaşayıp ne yazık ki vazgeçebiliyorlar.
Dersim’de özellikle kadınlar
üzerine yazılan aşk şarkılar ve ağıtları mevcut. Bu kültür açısından
bakıldığında Dersim kadını ile ilgili ne söyleyebiliriz?
Bu konuda da bir değerlendirme yapabilmemiz için yine Dersim
toplumuna kendi siyasi tarihselliği, itikat, sosyal, kültürel değerleri
üzerinden yani içerden bir gözle bakmamız gerekir. Dersim otantik müziğindeki
müzikal çeşitliliği söyleyen tanımlamalar üzerinden baktığımızda hewa ceniyu
(kadın şarkıları), hewa cüamerdu (erkek, yiğitlik şarkıları) gibi çok temel
başlıklarla karşılaşıyoruz.
Aşk ve özlem şarkılarını hewa ceniyu yani
kadın şarkıları diye isimlendirmeleri aşkı, özlemi, aileyi kadınla; hewa
cuamerdu yani yiğitlik şarkıları başlığıyla da ölümü ve savaşı
erkekle sembolize ettiklerini görüyoruz. Aşk şarkılarında genelde aşkı dile
getiren erkektir ve erkeğin gözünden sevgiliyi, aşkı tarif eder. Akıllı, güzel,
asil, asi, çalışkan bir kadın tasviri vardır. Kadınlar genelde konusu oldukları
şarkılar üzerinden yüceltilirler. Şarkıya konu olan kadın ya evlidir ya da
başka talibi tarafından istenmek üzeredir. Aşık olan erkek eğer kadın evliyse
kadının kocasının o kadının değerinde olmadığını, kadını hak etmediğini söyler
ama evlenmek üzereyse aşık, çoğunlukla kadının anne ve babasına öfkesini dile
getirir. Zalıma
maa to, çe piye to bıveso / “zalim anan, babanın evi yansın” gibi
tabirlerle sevdiğine kavuşamayan erkeğin sitemine, gelecek ile ilgili kurduğu
hayallerine ya da erotik aşk fantazilerine tanıklık ederiz. Şarkı içeriklerinde
kadınlar çoğunlukla arzu nesnesi olarak görünür olsalar da gerçek hayatta
Dersim kadını şarkılardaki kadar pasif değildir. Kendi hayatının kısmi de olsa
öznesidir.
Aşiret kavgalarını anlatan hewa cuamerdu yani
yiğitlik şarkılarında kadın genelde çatışma istemeyen, barıştan yana sözünü
söyleyebilen bir konumdadır. Diyelim ki iki aşiret durmadan birbirinden adam
vuruyor bir düşmanlık kurulmuş, Kırmanciye hukukuna göre kadınlar erkeklerin
kurduğu bu düşmanlıktan muaftır. Çünkü kadını vurmak en büyük suçlardandır.
Mesela bir kadın husumetin olduğu aşiretin alanına, arazisine girebiliyor,
orada güvenlik içerisinde dolaşabiliyor. Bu aslında kırmanciye aşiret hukukunun
bir sonucudur. Aşiret kavgası ağıt örneklerinde ağıdı yakan kadın, öldürülen
oğlunun güzel özelliklerini, yiğitliğini dile getirirken hemen bir sonraki
dizede oğlunun katili olan karşı taraftan vurulan gencin adını anarak, ona da
yazık oldu, oğlum sen yiğittin ama o genç de yiğitlikte senden aşağı değildi,
hatta ileriydi diyebilecek erdemliliği yani anne yüreğinin kapsayıcılığını,
vicdanını gözler önüne serebiliyor.
Ağıtlara, şarkılara ve kadınlarla yaptığımız görüşmelere
dayanarak, Dersimli genç kadınların kendi kaderlerini ve yollarını çizmekte
beceriksiz olmadıklarını, cesur çıkışlar ve eylemlerde bulunarak kaderlerine
boyun bükmediklerini, tâbi olmak ile bağlı olmak arasındaki nüansın farkında
olduklarını ve tâbi olma duygusunu sevmediklerini söyleyebilirim. Bununla
beraber Dersim kadını için sevmek de sevilmek de bir tabu değildi.
Sorunuza bağlı olarak yaptığım bu önermeler, benim için de kesin
çıkarımlara varmak istemediğim henüz üzerine kafa yorduğum, çalıştığım,
düşüncelerdir. Ama bir zamanlar Kırmanciye düzeni altında yaşayan Dersim toplumunun
sosyalizasyonunu da, büyük ölçüde sözlü kültür üzerinden anlayabileceğimize, ip
uçlarının orada saklı olduğuna inanıyorum. Böylesi bir tarih çalışmasının da
doğru yöntemlerinin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Hem Almanya’da yaşayan hem de
Kırmanciye’ye bağı olan bir sanatçı olarak anadilin kaybolmasına veya
yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?
Ortalama akıl dili, binlerce yıllık bir süreçte
sistematikleştirdiğimiz sesler topluluğu yani bir çeşit iletişim aracı olarak
görür. Oysaki bir dil aynı zamanda içinde ancak o dil üzerinden
duyumsayabileceğiniz bir alemi barındırır. Her dilin bir düşünme, hissetme,
tanımlama ve anlamlandırma tarzı vardır. Dil canlıdır ve içine doğduğun dilin
sana sunduğu referanslar, kelimeler, isimler, sıfatlar, fiiller deyimler,
şarkılar, şiirler, hikayeler, mitler, masallar, destanlar, dualarından
bedduasına, küfrüne kadar senin duygu ve düşünce dünyanı şekillendirirler.
Kısacası birey ve toplumun yapılanmasında dilin büyük bir etkisi vardır.
Bugün kadim dilimiz olan Kırmançki/ Zazaki kaybolma tehlikesi
altında olan diller arasında sayılmaktadır. Bir dilin unutulması, katledilmesi
gibi ormanların, hayvanların, derelerin, denizlerin, dağların katledilmesi de
artık çok az insanı üzüyor diye düşünüyorum. Yani bir kabullenmişlik var. Bu
kabullenmişliğin altında, geçmişte yaşanmış toplumsal kırılmaların getirdiği
politik, psikolojik sebeplerinin yattığı aşikardır. Bence bir toplum yaşadığı
katliamlar sonucunda kendi olmaktan kaçmayı yeğlemişse bunun sorumlusu
öncelikle o toplum değil, ona bunu reva gören iktidar ve iktidarın üzerinden
yükseldiği sessiz çoğunluktur.
20.yüzyılın başında Türkçülüğün Anadolu halklarına tepeden, zor
eliyle dayattığı ulus konseptinin 90 yıllık pratik sonuçları ortadayken, bu
yıkım süreci bugün hala “modernleşme”, “ilerleme”, “muasır medeniyetler
seviyesine kavuşma” olarak teorize edilebiliyor. Medenileştirmek için, eskiyi
yıkıp yerine yeniyi getirmek için uyguladıkları ’38 fermanı ile Dersimlinin
başına gelen, ölüm, kendine yabancılaşma, lal olma, hafıza kaybına uğrama ve 82
yıldır bir türlü inemediği o kara vagonda bir alem algısından başka bir alem
algısına sürgün gitmekti. Gerçek ayan beyan ortadır. Bu yüzden dilini seven,
kendini kendi dilinde, yeniden kendi elleriyle doğursun diyorum.
Gerek öğrenme gerekse icra
etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz kaldınız mı?
Evet maruz kaldım. Mesela bir insana aşık olduğum için
haksızlığa uğradım. Gençken yaşadığımız birçok şeyi ancak olgun yaşlarımızda
anlamlandırıp tanımlayabiliriz. Benim için de bu böyle bir süreçti. Çoğunlukla
tarifinde zorlandığım duygular, tanımsız çıkmazlar yaşardım. Bugünden geçmişe
baktığımda aslında gençliğin tecrübesizliğinde maruz kaldığınız şey, genelde
bilginin ve mevkinin iktidarıydı diye düşünüyorum.
Kendi doğrularınızı kendi deneyimleriniz üzerinden oluşturana
kadar girdiğiniz her profesyonel ya da amatör ilişkide biraz pasifize, manipüle
edilebiliyorsunuz. Şöyle ki, bilen erkek ki bu eril iktidarı içsellestirmiş
kadın da olabilir, kendi sosyal ve politik angajmanlarına göre sana doğruları
ve yanlışları anlatır; nasıl yaşamalı, nasıl düşünmeli felsefi tartışmaları
üzerinden seni, edindiği dogmalarına bilerek bilmeyerek angaje etme pratiği
içindedir. Seninle düşünce alış-verişinden ziyade öğreten pozisyonundadır. Bu ilişki
biçimi genelde kadınsı olanda zaten var olan öz-güvensizliğin daha da
derinleşmesine ve ona hükmetmesine yol açabiliyor.
Prodüktör, yönetmen, aranjör, tonmeisterinden
enstrümantalistine, müzik teorisi gibi teknik bir konudaki öğretmeninden
idealist bir yönelimle parçası olduğun müzik grubu arkadaşına kadar, senin
pozitif yanlarından çok eksik yanlarını görme eğilimindedirler. Seni olduğun
gibi algılamayı akıllarından bile geçirmezler. Hep uyman gereken bir şablonu
ilericilik, gelişmişlik, büyük bilgi adına önüne koyarlar. Böylece girdiğiniz
sanatsal üretim ilişkisinde duyguların ve fikirlerin ahenkle alış- verişi
yerine güçlü olanın tahakkümünü yaşarsınız. Farkındaysanız müzik dünyasındaki
rolleri hiyerarşik sırasına göre yazdım. Çünkü bana göre muhaliflik iddiasında
olan müzik dünyasında da bir hiyerarşi yani güç ilişkileri üzerinden oluşan bir
yapılanma var.
Siyaset ve ekonomi dünyasında oturmuş iktidar ilişkilerinin bir
benzerini, muhalif, alternatif sanat dünyasının etkinlik alanları olan kültür
kurumlarında, derneklerde, örgütlerde, gazetelerinde, dergilerinde,
televizyonlarında, radyolarında da her seferinde yeniden üretiyoruz.
Mesela MESAM, Müyorbir gibi müzik eserlerinden doğan haklarımızı
korumak ve takip etmek amaçlı kurulmuş meslek birliklerimiz var. Bu kurumlar
herhangi bir devlet kurumu mantığıyla çalışıyor. Sanatçının kültürel, sosyal,
siyasal, inançsal, cinsel aidiyetlerinden doğan özgün durumlarıyla
ilgilendiklerine, kendilerine dert ettiklerine şahit olmadım. Varsa bir para,
artı değer onun paylaştırılmasıyla meşguller. Bu kurumlar, kamusal olamayan,
ötekileştirilen, marjinalleştirilen sanatçı ile her gün Türk televizyonlarında
görünen sanatçıyı sanki eşit haklara sahiplermiş gibi aynı prosedüre tabi
tutarlar.
Bu mantık kadın ve erkek olmakla ilgili de böyledir. Öte yandan
bir kurumda çalışan kadın sayısının çok olması, orada eril düşüncenin iktidar
olmadığı anlamına gelmez. Hal böyleyken yönetimsel biçim olan patriyarkal
otoriteyi tarihsel olarak yaşayıp içselleştirmiş olan hitap ettiğimiz toplum ve
aydınları bu durumu sorgulamaktan henüz uzak görünüyorlar.
Yeri gelmişken sorunuzla tam alakalı olmasa da bir parantez
açarak şunu da söylemek isterim. Corona günlerindeyiz. Atıl kaldığımız, işimizi
yapamadığımız bu 9-10 aylık süreçte 100 sanatçının parasızlıktan bunalıma girip
intihar ettiği haberini okuduk. Bu haber gerçek mi değil mi, gerçekse ne
yapmalıyız diye soran, açıklama yapan ne bir meslek grubunu ne de bir
siyasetçimizi kendi adıma görmedim, duymadım.
Kadın sanatçılar olarak dayanışma sağladığınız bir ortam, sosyal
çevre veya platformunuz var mı? Böyle bir dayanışmaya ihtiyaç olduğunu
düşünüyor musunuz?
Bir önceki sorunun cevabını da göz önünde bulundurarak
söyleyebilirim ki evet bir dayanışmaya çok ihtiyacımız olsa da maalesef kadın
müzisyenler olarak dayanışma temelli bir oluşum, kurum ya da platformumuz yok.
Tabii bu soruyu cevaplarken Türkiye’deki ya da Almanya’daki sanat camiasının
tamamını ele almıyorum. Çünkü müzikal, tematik, dil, popüler ve popüler
olmayan, kamusal ve kamusal olmayan olmak üzere daha birçok faktörün
oluşturduğu çok çeşitli müzik çevreleri var.
Sanat dünyasında bir homojenlik olmadığı için kadın sanatçılar
da ürettikleri sanat eserlerine göre başka başka çevreler ve akımlar içerisinde
kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Ama Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe gibi
yasaklı yani kamusal alanda karşılığı olmayan dillerde sanatsal faaliyet
yürüten kadınların durumu için kendi deneyimimden hareketle birkaç şey
söyleyebilirim. Evet Zazaca/ Kırmançki ve Kürtçe şarkı söyleyen kadınlar
genelde ya sol düşüncelerin hakim olduğu kurumlarda, Kürt kurumlarında ya da
Alevi dernekleriyle kurdukları ilişkiler üzerinden kendi sınırlı
dinleyicilerine ulaşabiliyorlar. Ama bu kurum ve derneklerde de yukarıda
bahsettiğim ataerkil sistem hakim olduğu için genelde kadınların görünür olma
mücadelesi müzikal kaygılarının önüne geçebiliyor. Yani erkeklerin kapladığı bu
alanlarda sahneye çıkıp kendimizi bildiğimiz gibi ifade edebilmemiz için bir
erkek müzisyenden en az on kat iyi olmamız ya da güçlü ilişkilerimizin olması
gerekiyor. Yani patriarkal sistem sanat yerine başka kaygıların öne çıkmasına
yol açıyor. Tabii bu deneyimleri sorgulayan, birbirini rakip olarak görmekten
vazgeçip kız kardeşlik düsturuyla dayanışma içinde olan kadın arkadaşlarımız yok
değil.
Mesela Şehriban Özdemir, Astare Dersimi, Zeynep Kılıç, Sakina
Teyna, Gule Mayera, Semra Tunç gibi birçok müzisyen dostumla imkanlarımız el
verdiği oranda bir dayanışma içerisindeyiz.
Egemen dillerden ziyade
ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz, ayrımcılığa maruz kalıyor
musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?
Bir kere bizi görmüyorlar. Hep kenarda yani çemberin dışındayız.
Büyük şirketler, medya organları, salonlar, organizasyonlar, festivaller vb.
alanlarda yokuz. Kimse merak edip çağırmaz. Ben kendi adıma bu duruma sitem
etmiyorum. Bu durumu bir ayrımcılıktan ziyade yok sayma refleksi olarak
görüyorum. Seni yok sayıyorlar. Öte yandan şaşırmıyorum da. Ait olduğum halk,
dili ve inancıyla yok sayılmışsa, bitirilmeye çalışılmışsa benim bir sanatçı
olarak yaşatılmayı, görünür olmayı hedeflemem saflık olurdu. Bu yüzden halimden
oldukça memnunum. Çünkü şartlar ne olursa olsun sadece şarkı söylemek
istediğimi biliyorum. Önüme koyduğum büyük hedeflerim yok. Büyük hedeflerin
peşinden koşmak yerine yolda olmanın farkındalığını yaşamayı, vardığım her
menzilde durup kendime bakmayı daha anlamlı buluyorum.
Geçtiğimiz dönemde iki ay
Dersim’de kaldınız, köyleri gezdiniz. Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?
Evet Dersim’de 2 aya yakın bir zaman
geçirdim. Hakkında konuştuğumuz, üzerine şarkılar söylediğimiz o coğrafyayı
insanıyla beraber yaşamak istedim. Tabii ki bu süre yeterli gelmedi. Çok güzel
anlar, deneyimler eşliğinde hem hüznü hem sevinci beraber yaşadım diyebilirim.
Çok değerli dostluklar kurdum. Dersim’in cüanıklarıyla (bilge
kadınlarıyla) uzun sohbetler, kayıtlar yaptım. Bu kayıtlar esnasında onlarla
hemhal olduk. Çok şey öğrendim kendilerinden. Bu kış yaptığım bu kayıtların
transkripsiyonunu yapıp üzerine çalışacağım.
Eklemek istedikleriniz için serbest
alan:
Weş u War Be…
[1] Maviş
Güneşer’in 1998’de söz müziği kendisine ait olan albümünün adı “Kejê”, o dönem
kullandığı isim ise “Sozdar”dır. Albüm playlisti: https://www.youtube.com/watch?v=UBeofRXH9zY&list=OLAK5uy_mo0f9WyP-xkNbQ4Jl8c9U9V-s2hxUEqTA&index=1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder